CoÄŸrafi Konum ve Stratejik Önem
Denizler ve karalar dantel gibi iÅŸlenmiÅŸ İstanbul coÄŸrafyasını 4 bölüme ayırmıştır. Haliç'in kıyılarında Eski İstanbul ve Galata, BoÄŸazın iki yakasında, eskiden her biri ayrı köyler olan, artık birleÅŸmiÅŸ yerleÅŸim alanları yer alırlar. Dünyanın en küçük denizi olan Marmara Denizi kıyıları boyunca uzanan meskun yerler, ÅŸehrin ulaÅŸtığı boyutların büyüklüÄŸünü gösterir. Eski Åžehir 22 km surların çevrelediÄŸi üçgen bir yarımadanın 7 tepesi üzerine yayılmıştır.
Eski Dünyanın merkezinde yer alan İstanbul, tarihi abideleri ve ÅŸahane tabii manzaraları ile çok önemli bir megapoldür. Asya ile Avrupa Kıtaları'nın dar bir deniz geçidi ile ayrıldığı yerde, iki kıta üzerinde kurulu ve dünya üzerinde içinden deniz geçen tek ÅŸehirdir. tek ÅŸehirdir. 2500 yılı aÅŸan bir tarihe sahip olan İstanbul, deniz ve karaların kucaklaÅŸtığı bu stratejik bölgede kuruluÅŸunu takiben önemli bir ticaret merkezi olmuÅŸtu. Tarihi İstanbul ÅŸehri üç tarafını Marmara Denizi, BoÄŸaziçi ve Haliç'in sardığı bir yarım ada üzerinde yer alır.
İstanbul, 280 01’ ve 290 55’ doÄŸu boylamları ile 410 33’ ve 400 28’ kuzey enlemleri arasında bulunur. İstanbul BoÄŸazı, Karadeniz’i, Marmara Denizi’yle birleÅŸtirirken; Asya Kıtası’yla Avrupa Kıtası’nı birbirinden ayırmakta ve İstanbul kentini de ikiye bölmektedir. İli kuzeyde Karadeniz, doÄŸuda Kocaeli SıradaÄŸları’nın yüksek tepeleri, güneyde Marmara Denizi ve batıda ise Ergene Havzası’nın su ayrım çizgisi sınırlamaktadır.
Ana yolların denize ulaÅŸtığı kavÅŸak noktasında yer alması, kolay savunulur bir yarım ada, ideal iklim, zengin ve cömert tabiat, stratejik BoÄŸaziçi'nin kontrolü gibi özellikler ve coÄŸrafi konumunun dünyanın merkezinde bulunması İstanbul'un kısmetidir. İstanbul, iki kıtanın birleÅŸtiÄŸi noktada yer alması, sıcak iklimlere ve okyanuslara açılan bir kapı olması, tarihi İpekyolu’nun Avrupa’ya uzanan kapısı olması gibi sebeplerle tarih boyunca çok önemli bir stratejik öneme sahip olmuÅŸtur.
Åžehir 3 dünya imparatorluÄŸuna, yani Roma, Bizans ve Osmanlı Türklerine baÅŸkent olmuÅŸ, 1600 yılı aÅŸan bir süre boyunca 120 den fazla imparator ve sultan burada hüküm sürmüÅŸtür. İstanbul, dünyada bu özelliklere sahip tek ÅŸehirdir. GeliÅŸim sürecinde surlar her defasında daha batıya inÅŸa edilerek ÅŸehir 4 defa geniÅŸletilmiÅŸti. 5.yy Roma devri surları ile çevrili, 7 tepe üzerine kurulu İstanbul vardı.
Ama bugünkü İstanbul'un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inÅŸa edilip, baÅŸkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde baÅŸkentlik sıfatını sürdürmüÅŸtür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlık’ın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra İslam dininin en önemli ÅŸehirlerinden biri sayılmıştır.
İmparatorluklar baÅŸkenti olduÄŸu sıralarda, devlet ile birlikte dinlere de idari merkez olmuÅŸ, DoÄŸu Hıristiyanlığı PatrikliÄŸi kurulduÄŸu zamanlardan günümüze kadar bu ÅŸehirde üslenmiÅŸ, Hıristiyan dünyasının en büyük ilk kilise ve manastırları buradaki pagan mabetlerinin üzerinde yükselmiÅŸti. İstanbul'un fethini takiben yüz yıl gibi bir sürede sanat eserleri camiler, saraylar, okul, hamam, ve diÄŸer tesisler ÅŸehri donatıp İslam karakterine kavuÅŸturmuÅŸ, harap halde mevcut kiliselerin bazıları da tamir ve tadil edilerek camiye çevrilmiÅŸlerdi.
TopoÄŸrafya (Jeomorfoloji ve TopoÄŸrafik EÅŸikler)
İstanbul Metropoliteni Kocaeli ve Çatalca Yarımadaları üzerinde yer almaktadır. Her iki yarımada aşınmış birer platodur. İstanbul ve çevresi, jeolojik zamanlar içinde III. Zamanın Miosen devri sonunda Sarmat iç denizinin bir körfezi iken, Pliosen devrinde deniz çekilmiÅŸ, karalar ortaya çıkmış daha sonra akarsu ve rüzgar aşındırmaları ile uzun bir erozyon devrinin ardından, yükseltilerin kaybolduÄŸu, aşınmaya dayanıklı kuvarsit tepelerin kaldığı, geniÅŸ bir peneplen ortaya çıkmıştır. BoÄŸaziçi’nin yerindeki vadi de geniÅŸlemiÅŸtir. Daha sonra peneplenin BoÄŸaziçi Vadisi’nin doÄŸusunda kuzey kısmın kabarması (yükselmesi) batısında ise güney kısmın kabarması ile su bölümü hatları deÄŸiÅŸmiÅŸ, akarsu vadilerinde eÄŸim artışı nedeniyle su aşındırması da artmış, doÄŸu yakasında büyük akarsular Karadeniz’e, batı yakasında ise Marmara Denizi’ne dökülmüÅŸlerdir.
Söz konusu jeolojik hareketler sonucunda İstanbul Metropoliteni’nin yer aldığı alan, genellikle aşınmaya uÄŸramış silik yeryüzü ÅŸekilleri içeren bir plato (peneplen) görünümü kazanmıştır.
Jeomorfolojik birimler olarak gruplanabilen, vadiler, ovalar, yükseklikler ( hafif dalgalı tepelik alanlar), yüksek alanlar vb, anlatılan nedenlerle İstanbul metropoliten alanda keskin ve çarpıcı bir görünüme sahip deÄŸillerdir. SoÄŸu yakasında (Kocaeli Platosu’nda) aşınmaya dayanıklı Kuvarsit tepelerle (Aydos, Kayışdağı, AlemdaÄŸ vs.) Gebze - Ömerli Barajı hattının doÄŸusundan baÅŸlayan ve doÄŸuya doÄŸru yükselmeyi sürdüren (350m+) yüksek alanlar yer alır. Bu yarımadada “su bölümü hattı”, Marmara kıyılarına daha yakındır. Peneplen geri kalan kısımlarda akarsuların akış yönünün daha çok Karadeniz olduÄŸu, geniÅŸ vadi tabanlı ve hafif dalgalı alanları içerir.
Batı yakasında (Çatalca veya Trakya Penepleni’nde), BoÄŸaziçi’nden Büyükçekmece - Karacaköy hattına yer yer 200 m.yi bulan ve aÅŸan birkaç tepelik dışında yine geniÅŸ tabanlı akarsu vadilerinin yer aldığı bir peneplen söz konusudur. Ancak bu yarımadada “su bölümü hattı” bu kez Karadeniz’e daha yakındır. Akarsular daha çok Haliç’e, Büyük ve Küçükçekmece göllerine ve Marmara Denizi’ne su verirler. Terkos gölü ise esas suyunu kuzey batıda yer alan Istranca DaÄŸları’ndan alır. Yer yer 350 m.’nin üzerinde yüksekliklere sahip olan Istrancalar dışında, Çatalca’nın batısında, ayrıca Kestanelik - Belgrad Köyleri hattının batısında, yükseklikleri 200-350 m. arasında deÄŸiÅŸen tepeler ve sırtlar göze çarpmaktadır.
İklim
İstanbul’un il bütününün yer aldığı alandaki iklim tipini, belirgin bir iklim tipi içinde deÄŸerlendirme imkanı yoktur. CoÄŸrafi konumu ve fiziki coÄŸrafya özellikleri nedeniyle aynı enlemde yer alan birçok yerleÅŸmelerin ikliminden daha farklı iklim özelliklerine sahiptir.
Yerküre üzerinde ekvatordan baÅŸlayıp sırasıyla ikiÅŸer kez yinelenen alçak ve yüksek basınç kuÅŸakları içinde, İstanbul ( 41 derece kuzey enlemi, 29 derece doÄŸu boylamındaki konumu ile), subtropikal yüksek basınç kuÅŸağı ile, soÄŸuk - ılık bölgenin alçak basınçlarının yada karasal (nemsiz) alize rüzgarları ile denizse (nemli ve yağışlı) batı rüzgarlarının sınırındadır. Yerkürenin hareketleriyle kış ve yaz mevsimlerinde farklı iklim ÅŸartları oluÅŸur.
İstanbul’da yıl boyunca üç hava tipi egemendir. Bunlar kuzeyden ve güneyden sokulan hava tipleri ile sakin hava tipidir. DoÄŸu ve batı yönlü rüzgarlara baÄŸlı olan hava tipleri ise önemsizdir. Üç hava tipi arasında, en yüksek frekansı ( en çok esme sayısını) göstereni, kuzey rüzgarlarının egemen olduÄŸu sırada görülen hava tipidir. Mevsimlere göre dört devre vardır; SoÄŸuk ve sıcak devrelerle biri uzun diÄŸeri kısa süren iki geçiÅŸ devresi.
İstanbul’da aylara göre ortalama sıcaklıklar ise ÅŸu ÅŸekilde;

Bitki Örtüsü
İstanbul metropoliten alanını doÄŸal bitki örtüsü, orman, maki, psödomaki (Karadeniz iklimine uymuÅŸ, deÄŸiÅŸime uÄŸramış, nemli karakterli daha aÄŸaçcıl maki bitki toplulukları) ile kıyı bitkilerinden meydana gelmekte; Çatalca ve Kocaeli Yarımadası’nda iklim ÅŸartlarına uyan bitki toplulukları kuzeyde “nemli” güneyde “kuru” türlerini geliÅŸtirmiÅŸlerdir.
Kocaeli Yarımadası psödomaki; Kızılcık, fındık, geyik dikeni, güvem çalısı, muÅŸmula, yabani erik, böÄŸürtlen, üvez karaçalı, akçaaÄŸaç, mürver, sumak, kurtbaÄŸrı ve ayı üzümü gibi kışın yapraklarını döken cinslerle akçakesme, kocayemiÅŸ, funda, defne, katırtırnağı, katran ardıcı, kermes meÅŸesi, laden, sakız gibi elemanlardan oluÅŸmuÅŸtur.
Nemi ormanı karakterize eden aÄŸaç türleri, daha çok I. BoÄŸazı’nın kuzey-doÄŸusu, AlemdaÄŸ’ın kuzeyi ve Polonezköy çevresinde görülen kestane, kayın, adi gürgen ve saplı meÅŸedir. Riva Deresi ve AÄŸva’daki Gökdere arasındaki bölgede batıda saplı meÅŸe, doÄŸuda Macar meÅŸesi hakim türlerdir.
Bitki örtüsünün sadece iklimle deÄŸil toprakla da iliÅŸkisi vardır. Tüm kayın birliklerinin bulunduÄŸu alanları kireçsiz kahverengi orman toprakları kaplarken, meÅŸe ve kestane türlerinin alanlarında kahverengi orman toprakları görülmektedir.
Kültür,Sanat ve Ekonomi
Kültür
İstanbul… Üç büyük medeniyetle beraber sevgi ve hoÅŸgörü kültürüne de baÅŸkentlik yapan ÅŸehir… İstanbul... Dinlerin, dillerin ve ırkların yüzyıllardır aynı sokaklarda, bitiÅŸik nizamlı evlerde barış içinde yaÅŸadığı diyalog ÅŸehri… Sultan Fatih'in çaÄŸ açıp çaÄŸ kapatan özgürlükler ÅŸehri İstanbul... İstanbul, asırlardır böyle yaÅŸatıyor, ziyaretçilerine bunu vadediyor!...
İstanbul, coÄŸrafi ve stratejik konumu nedeniyle tarih boyunca çeÅŸitli uygarlıkların, üstelik dev uygarlıkların kavÅŸak noktasında bulunmuÅŸ ve asırlarca çeÅŸitli inançlara ve geleneklere sahip insanları barındırmış bir ÅŸehirdir. Bu açılardan dünyada eÅŸsiz bir yere sahip olan ÅŸehir; tarihiyle, dünya çapında tarihi eserleriyle, müesseseleriyle, kültür ve gelenekleriyle apayrı bir medeniyet… Bu nedenle defalarca kuÅŸatılan, yaÄŸmalanan ve fethedilen bir ÅŸehirdir İstanbul…
Yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı devletlerine baÅŸkentlik yapan İstanbul, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlık’ın merkezlerinden biri oldu. 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra da İslam dininin en önemli ÅŸehirlerinden biri sayıldı.
İmparatorluklar baÅŸkenti olduÄŸu sıralarda, devlet ile birlikte dinlere de idari merkez olmuÅŸ, DoÄŸu Hıristiyanlığı PatrikliÄŸi kurulduÄŸu zamanlardan günümüze kadar bu ÅŸehirde üslenmiÅŸ, Hıristiyan dünyasının en büyük ilk kilise ve manastırları buradaki pagan mabetlerinin üzerinde yükselmiÅŸti. İstanbul'un fethini takiben yüz yıl gibi bir sürede sanat eserleri camiler, saraylar, okul, hamam, ve diÄŸer tesisler ÅŸehri donatıp İslam karakterine kavuÅŸturmuÅŸ, harap halde mevcut kiliselerin bazıları da tamir ve tadil edilerek camiye çevrilmiÅŸlerdi.
Öte yandan, ÅŸehir Osmanlı Sultanlarının İslam Dini'nin halifeleri olduÄŸu 16.yy’dan Cumhuriyetin ilk yılı 1924’e kadar dünya Müslümanlarının da merkezi olmuÅŸtur. Yahudilik her liman ÅŸehrinde olduÄŸundan daha fazla İstanbul'da yerleÅŸmiÅŸti. 15 yy’da Türklerin İspanya'dan Araplarla birlikte kurtarıp getirdiÄŸi Yahudiler, bu ÅŸehirde mutlu ve yeni hayat tarzına baÅŸlamışlardı.
Sanat
‘Sanat ve Åžehir’ kavramlarının birbirine bu kadar çok yakıştığı nadir kentlerden biridir İstanbul… DoÄŸal ve tarihi güzellikleriyle kendisi sanat olan bir ÅŸehirde, sanat muhakkak ki çok önemli bir yer tutuyor.
Sadece İstanbul’daki camilerin, kiliselerin, havraların, müzelerin, çeÅŸmelerin, külliyelerin ve eski binaların sanatla yoÄŸrulmuÅŸ motiflerini ele alsak bile, ÅŸehrin sanatsal mimari ile hat, ebru, oymacılık, boyama ve iÅŸleme gibi diÄŸer tarihi sanatlarda zirvede olduÄŸunu görürüz.
Tiyatro, Sinema, Konser, Sergi, SöyleÅŸi, Åžiir Dinletisi gibi etkinlikler ve dünyaca ünlü sanatçıların eserlerinin yer aldığı Sanat Galerileri, İstanbul’da sanatın yerini ve önemini göstermesi açısından ayrıca önem taşır.
Ekonomi
İstanbul, üç imparatorluÄŸa baÅŸkentlik yapma özelliÄŸinin yanı sıra, her dönem ekonomik merkez olma özelliÄŸini de koruyan az sayıda ÅŸehirden biri. Åžehir, 1923'te kurulan yeni cumhuriyete siyasi anlamda baÅŸkent olmamasına raÄŸmen, ekonomik merkez olma özelliÄŸini her zaman sürdürmüÅŸ ve ülkenin kaderini belirleyen konumunu asla kaybetmemiÅŸtir.
Kentin ekonomisine ve iÅŸ yaÅŸamına kısaca bakacak olursak, bugün İstanbul'un Türkiye GSMH'sindeki payı yaklaşık yüzde 23 düzeyinde. İstanbul'un her yıl devlet bütçesine katkısı yüzde 40, buna karşılık devlet harcamalarından aldığı pay yüzde 7-8 dolayındadır. Özel bankaların hepsinin genel müdürlükleri ve Türkiye'deki toplam banka ÅŸubelerinin yüzde 21'i İstanbul'da bulunuyor.
İstanbul hem iç hem de dış ticarette merkezi bir öneme sahip. İstanbul'da ticaret sektöründe yaratılan katma deÄŸer, il toplam katma deÄŸerinin yüzde 26.5'ine ulaşıyor ve ticaret sanayiden sonra İstanbul'un en önemli sektörü durumunda. Türkiye genelinde ticaret sektöründe yaratılan katma deÄŸerin yüzde 27'si İstanbul'a ait. İstanbul, aynı zamanda Türkiye'nin en önemli ihracat ve ithalat kapısı konumunda.
İstanbul'un ihracatı Türkiye toplamının yüzde 46'sın ithalatın ise yüzde 40'ını oluÅŸturuyor. İstanbul, turizmin merkezi olması açısından ve özellikle de kongre turizmi açısında büyük bir ÅŸansa sahip bulunuyor. Otel kapasitesinin dörtte biri beÅŸ yıldızlı otellere, beÅŸte birine yakını da dört yıldızlı otellere ait.
İstanbul, ülke hava taşımacılığının da merkezi durumunda. Atatürk Havalimanı’nın yanı sıra Anadolu yakasında da Pendik Sabiha Gökçen Havaalanı da İstanbul’a hizmet veriyor... Türkiye'de sayıları 153 olan müzelerin 14'ü İstanbul'da ve bu müzelerde bulunan 2 milyon 400 bin mevcut eserin yüzde 34'ü İstanbul müzelerinde sergileniyor...
Åžehirde son yıllarda sanayinin yerini yönetim merkezleri ile finans, turizm, hizmet ve bankacılık gibi sektörler aldı. Sanayideki bu duruma karşılık para piyasalarının kalbi artan bir tempoyla hep İstanbul'da atıyor. CoÄŸrafi konumu itibariyle İstanbul’da günün ilk 4 mesai saati Asya ülkeleriyle, diÄŸer 4 saati Avrupa ülkeleriyle çakışıyor. Bu da İstanbul’a doÄŸal bir finansal merkez olma konumu getiriyor.
Bugün mevduatların yüzde 35'e yakını İstanbul'da toplanıyor ve kredilerin yüzde 33'ü İstanbul'da kullanılıyor. Sigorta ÅŸirketlerinin neredeyse hepsinin merkezi İstanbul'da. Serbest Bölge niteliÄŸi de taşıyan Menkul Kıymetler Borsası, İstanbul merkezli ve hızla dünyanın sayılı borsaları arasında yükseliyor. Ayrıca bir altın borsası var. Leasing, factoring, özel finans kurumları gibi finans kuruluÅŸlarının merkezi de İstanbul'da ve özellikle, liberalleÅŸen para piyasaları ile birlikte İstanbul, bir finans merkezi olma yolunda hızla ilerliyor. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması kararının, ÅŸehri dünya çapında bir finans merkezine dönüÅŸtürmesi bekleniyor. Hedef, İstanbul’u dünyanın sermaye ve iÅŸ piyasasının yönetim merkezi haline getirmek...
Nüfus ve Demografik Yapı
1945'te 1 milyon 78 bin nüfusu olan İstanbul, 1950 sonrasında yaÅŸanan patlama ile 1955'de 1 milyon 533 bine ve izleyen dönemlerde de yıllık binde 40- 50 arasında artışla 1990'da 7 milyon 309 bin, 1997'de 9 milyon 199 bine ulaÅŸtı ve 2000 yılında yapılan sayımda da 10 milyonun üstünde nüfusa sahip bir ÅŸehir oldu.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun 2007 yılında gerçekleÅŸtirdiÄŸi “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi” çalışmasında ise, İstanbul'a göçün hâlâ devam ettiÄŸi ortaya çıktı. Çalışmada İstanbul’un nüfusunun 7 yılda Bursa ÅŸehri kadar büyüyerek 12 milyon 573 bin 836’ya ulaÅŸtığı tespit edildi.
İstanbul, son 7 yılda 2 milyon 500 bin göç alırken, kentin 32 ilçesinde en fazla nüfus artışı 304 bin 685 kiÅŸilik artışla Büyükçekmece'de oldu. Sadece Eminönü ve Åžile ilçelerinde nüfus azalışı yaÅŸandı. İstanbul'un en kalabalık ilçesi 1 milyon 13 bin 48 kiÅŸi ile GaziosmanpaÅŸa olurken, onu 897 bin 260 ile Ümraniye, 785 bin 392 ile Küçükçekmece, 744 bin 670 ile Kadıköy takip ediyor. Gündüz nüfusu milyonları bulan İstanbul'un tarihî ilçelerinden Eminönü'nün nüfusu 32 bin 557 olarak belirlendi. İstanbul'da 8 milyon 156 bin 696 kiÅŸi Avrupa, 4 milyon 416 bin 867 vatandaÅŸ da Asya yakasında bulunuyor. İstanbul'da 6 milyon 282 bin 73 kadın yaÅŸarken, erkeklerin sayısı 6 milyon 291 bin 763 olarak belirlendi.
Son elli yılda 11 milyon göç alan İstanbul'da 82 ilden vatandaÅŸ bir arada yaşıyor. Türkiye'nin adeta mozaik kenti olan ÅŸehirde; Sivas'tan Trabzon'a, IÄŸdır'dan Çanakkale'ye ülkenin dört bir yanından 12 milyon 573 bin 836 kiÅŸi yaşıyor. Bunlardan sadece 2 milyon 167 bin 572'si İstanbul nüfusuna kayıtlı. İstanbulluların sayısının fazla çıkmasının sebebi ise birçok vatandaşın nüfus ile ilgili iÅŸlemlerini rahatlıkla yapabilmek için çocuklarını İstanbul kütüÄŸüne kaydettirmesi. Åžehre göç eden iller arasında ise Sivas, birinci sırada. Kentin genelinde 681 bin 214 Sivaslı yaÅŸarken, onu 516 bin 556 kiÅŸi ile Kastamonu izliyor. İstanbul 'da yaÅŸayan Sivas, Sinop, Bayburt, Ardahan, Erzincan, Giresun ve Kastamonuluların sayısı da kendi illerinin nüfusundan daha fazla.
İstanbul 'da yaÅŸayanların hemÅŸeri profilini ortaya koyan çalışmaya göre Sivas'ta 638 bin 464 kiÅŸi yaÅŸarken, İstanbul'daki Sivaslıların sayısı 681 bin 214. Sivaslıları 516 bin 556 ile Kastamonulular, 455 bin 393 ile Giresun, 453 bin 197 ile Ordu ve 396 bin 840 kiÅŸi ile Tokatlılar izliyor. İstanbul 'da en az nüfus barındıran iller ise 6 bin 957 ile Hakkari ve 7 bin 363 ile Burdur.
İlçelere göre yapılan dağılımda 32 ilçesi bulunan İstanbul 'un ve Türkiye'nin en kalabalık ilçesi GaziosmanpaÅŸa 'da en fazla Sivaslılar yaşıyor. İstanbullular ağırlıklı olarak Kadıköy'de toplanırken, Avcılar ve Küçükçekmece'de en fazla Tokatlılar, BayrampaÅŸa ve Fatih'te Kastamonulular, Bakırköy'de Malatyalılar çoÄŸunlukta. Üsküdar, BaÄŸcılar, Bahçelievler, Kâğıthane, Sarıyer, ÅžiÅŸli ve BeÅŸiktaÅŸ'ta yine Sivaslılar ilk sırada gelirken, Eyüp, Beykoz, Zeytinburnu ve BeyoÄŸlu’nda ise Giresunlular birinci. İstanbul’un en önemli ticaret merkezlerinden biri olan ve Fatih ilçesi ile birleÅŸtirilen Eminönü’nde en fazla Mardinliler, Esenler’de Malatyalılar, Güngören'de Trabzonlular, Kartal'da Erzincanlılar, Maltepe'de Rizeliler, Sultanbeyli ve Pendik'te Erzurumlular, Tuzla'da Samsunlular, Ümraniye'de ise Ordulular ikamet ediyor. Büyükçekmece'de Ardahanlılar, Çatalca'da Gaziantepliler, Silivri'de Tokatlılar, Åžile'de ise en fazla Kocaelililer yaşıyor.
İlçelere göre nüfus
1 GaziosmanpaÅŸa 1 milyon 13 bin
2 Ümraniye 897 bin
3 Küçükçekmece 785 bin
4 Kadiköy 745 bin
5 BaÄŸcilar 719 bin
6 Büyükçekmece 683 bin
7 Üsküdar 583 bin
8 Bahçelievler 572 bin
9 Kartal 541 bin
10 Pendik 520 bin
11 Esenler 517 bin
12 Fatih 423 bin
13 Kağıthane 418 bin
14 Maltepe 415 bin
15 Eyüp 326 bin
16 Avcılar 324 bin
17 Güngören 319 bin
18 ÅžiÅŸli 315 bin
19 Zeytinburnu 283 bin
20 Sarıyer 276 bin
21 Sultanbeyli 273 bin
22 BayrampaÅŸa 272 bin
23 BeyoÄŸlu 247 bin
24 Beykoz 242 bin
25 Bakırköy 215 bin
26 BeÅŸiktaÅŸ 192 bin
27 Tuzla 165 bin
28 Silivri 125 bin
29 Çatalca 89 bin
30 Eminönü 33 bin
31 Åžile 25 bin
32 Adalar 10 bin
Sayılarla İstanbul
Yüzölçüm : 5 bin 512 km2
Nüfus: 12 milyon 573 bin 836 (Erkek 6 milyon 291 bin 763, Kadın 6 milyon 282 bin 73)
Nüfus YoÄŸunluÄŸu (kiÅŸi/km2) : 2 bin 400
Konut Sayısı: 2 milyon 291 bin 228 (308 bin 615'i boş)
Cami Sayısı : 3 bin 28
Kilise Sayısı : 40
Sinagog Sayısı : 16
Orman Alanları: 216 bin 392 ha. Doğu Yakası 100 bin 398 ha (% 46), Batı Yakası 115 bin994 (% 54)
Motorlu Taşıt Sayısı : 2 milyon 441 bin 667 (2007)
İlköÄŸretim ve Lise Sayısı : 2 bin 707
İlköÄŸretim ve Lise ÖÄŸrenci Sayısı : 2 milyon 323 bin 628
Üniversite Sayısı : 29
Hastane Sayısı : 200
Eczane Sayısı : 3 bin 852
Turist Sayısı : 6 milyon 453 bin 582 (2007)
Turizm İşletme Belgeli Konaklama Tesisleri Sayısı : 341
Turizm İşletme Belgeli Eğlence Tesisleri Sayısı : 405
Türkiye Bütçesine Katkısı : Yüzde 40
Döviz Girdisi : 3 milyar 820 milyon 386 bin 391 YTL
Türkiye’nin Gayri Safi Milli Hasılasındaki Payı : yüzde 23
Toplanan Mevduatların Türkiye İçindeki Payı : yüzde 35
2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul
EÅŸsiz tarihi birikimi ve muhteÅŸem doÄŸal güzellikleriyle dünyada ön plana çıkan İstanbul, son yıllarda pek çok uluslararası organizasyona da baÅŸarıyla imza atarak “2010 Avrupa Kültür BaÅŸkenti” seçildi.
Kültür BaÅŸkentliÄŸine BüyükÅŸehir Belediyesi, Valilik ve 2010 Avrupa Kültür BaÅŸkenti Koordinasyon Kurulu’nun ortak projeleriyle hazırlanan ÅŸehir, dünyada ses getiren kongreler, fuarlar, kültürel, sanatsal ve sportif aktivitelerle bir turizm ÅŸehrine dönüÅŸtü. Bu alanda dünyanın önemli metropolleriyle yarışa giren İstanbul, son birkaç yılda kongre turizminde dünyada 49. sıradan 17. sıraya yükseldi. Bu yıl 43 önemli kongreye ev sahipliÄŸi yapan ÅŸehirde hedef, kongre turizminde ilk 10’a girmek…
Modern yatırımlarla her alanda altyapısını yenileyen İstanbul, Åžampiyonlar Ligi Final Maçı, Formula 1, Moto GP ve Red Bull Air Race gibi baÅŸarılı organizasyonlarla dünyaca takdir edildi. 2010 yılına kadar dünya çapında birçok spor, kültür organizasyonu ve kongrenin düzenleneceÄŸi kentte 2009 yılında UEFA Kupası Finali, Dünya Su Forumu, IMF Dünya Bankası Kongresi, 2010’da Avrupa Kültür BaÅŸkenti, Dünya Basketbol Åžampiyonası ve METREX (Avrupa Metropolitan Bölge ve Alanlar Ağı) Büyük Kongresi gerçekleÅŸtirilecek. 2012’de Dünya Salon Atletizm Åžampiyonası’nın düzenleneceÄŸi İstanbul için en büyük hedef ise, 2020’deki olimpiyatlara ev sahipliÄŸi yapmak…
Fetihten Önce İstanbul
Tarih Öncesi Dönem
İstanbul'un tarihi 300 bin yıl önceye kadar uzanır. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz maÄŸarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanmıştır. Bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yasadığı sanılmaktadır. ÇeÅŸitli dönemlerde yapılan kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik ÇaÄŸ'a, AÄŸaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik ÇaÄŸ ile Üst Paleolitik ÇaÄŸ'a özgü aletlere rastlanmıştır. 5000 yıllarından itibaren baÅŸta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, DavutpaÅŸa, Kilyos ve Ambarlı'da yoÄŸun bir yerleÅŸimin baÅŸladığı sanılmaktadır. Ama bugünkü İstanbul'un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. Yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inÅŸa edilip, baÅŸkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde baÅŸkentlik sıfatını sürdürmüÅŸtür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentlerinden biri sayılmıştır.
Bizans Dönemi (M.O. 660 - M.S. 324)
Yunanistan'dan gelen Megaralılar M.Ö. 680'lerde Marmara Denizi'ni geçerek İstanbul'a ulaÅŸtılar ve bugünkü Kadıköy'de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. "Körler Ülkesi" olarak da anılan Halkedon'un halkı tarımla uÄŸraşıyordu. M.Ö. 660'larda da Trak kökenli komutanları Bizans önderliÄŸinde yola çıkan Mega'lıların diÄŸer bir kolu bugünkü Sarayburnu'nun olduÄŸu yerde baÅŸka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı'ndaki kahinin öÄŸüdüne uyarak burayı seçen Megaralılar, komutanlarının adından hareketle, kente "Bizantion" adını verdiler. Bu yörede Megaralılardan önce de bazı Trak toplulukları yaÅŸadığı bilindiÄŸi için Megaralılarla yerli halkın kaynaÅŸmış oldukları sanılmaktadır. Pek çok istilalara uÄŸrayan Bizantion, M.Ö. 269'da Bithynıalılar tarafından yaÄŸmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202'de Makedonyalıların tehdidinden korkarak, Bizantion Roma'dan yardım isteÄŸinde bulundu. Bu dönemden itibaren kentte Roma İmparatorluÄŸu'nun etkisi baÅŸlamış ve M.Ö 146'da kent Roma'nın egemenliÄŸine girmiÅŸtir. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline gelmiÅŸtir. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü sona ermiÅŸtir. 73 yılında Bizantion Roma'nın Bithynia-Pontus eyaletine baÄŸlandı. İmparator Vespasianus kentin geliÅŸimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiÄŸinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar'in tarafını tutan Bizantion'u kuÅŸatarak kenti yaÄŸmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inÅŸa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inÅŸaatını baÅŸlattı. 269'da kent bu defa Gotlar'ın saldırısına uÄŸradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. M.S. 313'de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. I. Constantinus, Nicomedialilar'la yaptığı savası kazanarak kenti geri aldı.
Roma İmparatorluÄŸu Dönemi (324 - 395)
Bizantion Roma'nın doÄŸusunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi. I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion'a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni baÅŸkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi baÅŸlatıldı. Limanlar ve su tesisleri yeniden düzenlendi. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı. Septimus Severius'un baÅŸlattığı hipodrom inÅŸaatı tamamlandı. 100 bin kiÅŸilik hipodromun geniÅŸliÄŸi 117, uzunluÄŸu ise 480 metreydi. Hipodrom duvarlarinın üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik'e, San Marco Meydanı'na taşındı. Hipodrom'daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi'nin bulunduÄŸu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapi Sarayı'nın bulunduÄŸu yer) yapıldı. Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeÅŸleÅŸtirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adı Constantinopolis olarak ilan edildi. Önce Aya İrini, ardından 360 yılında da Ayasofya kiliselerini yaptıran I. Constantinus, kenti Hıristiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirdi.
Bizans İmparatorluÄŸu Dönemi (395 - 1204)
476'da Batı Roma'nın yıkılmasından sonra DoÄŸu Roma İmparatorluÄŸu, Bizans İmparatorluÄŸu'na dönüÅŸmüÅŸ ve İstanbul da, bu yeni imparatorluÄŸun baÅŸkenti haline gelmiÅŸtir. 6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluÄŸu ve İstanbul için yeni bir yükseliÅŸ döneminin baÅŸlangıcıdır. İmparator I. Jüstinyen yönetimindeki bu dönemde daha önce tahrip edilmiÅŸ olan Ayasofya bugünkü haliyle yeniden inÅŸa edilmiÅŸ, 543'lerde kentte görülen ve nüfusun yarısının ölümüne sebep olan veba salgınının izleri silinmiÅŸtir.
7, 8 ve 9. Yüzyıllar İstanbul için kuÅŸatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar'ın saldırısına uÄŸrayan kenti, sekizinci yüzyılda Bulgarlar ve Müslüman Araplar dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kuÅŸattılar. 1204'de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve yaÄŸmalandı. Bu iÅŸgal ve yaÄŸma sonrasında ortaçağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüÅŸtü.
Latin İstilası (1204 – 1261)
İstanbul, Haçlılarla ilk olarak 1096’da tanıştı. İmparaator Aleksios 1071’de Malazgirt’te kaybedilen toprakları alabileceÄŸini umarak bu ilk Haçlıların gelmesine sevindi. Sözde, Müslümanlardan alınan topraklar Bizans’a verilecek, Bizans da Haçlıları destekleyecekti. Ama Haçlılar buna uymadılar ve 1099’da Kudüs Latin Krallığı’nı kurdular. İstanbul halkı Haçlıları hiç sevmedi ve sürekli tepki gösterdi. Bu arada Haçlı seferleri devam etti ve dördüncü sefer, İstanbul’un iÅŸgali ve paylaşılması ile sonuçlandı.
O dönemde Bizans’ta bir taht kavgası yaÅŸanmaktaydı. Bunu fırsat bilen Haçlılar, Venedikliler’in de yardımıyla Haliç’e girdiler. Saldırı 9 Nisan’da baÅŸladı ve 13 Nisan 1204’de ÅŸehir ele geçirildi. Üç gün boyunca benzeri görülmemiÅŸ bir barbarlıkla İstanbul yaÄŸmalandı ve insanlar katledildi. Ayasofya’da dahil olmak üzere bütün anıtsal yapılar tahrip edildi, yüzlerce yıllık yazma kitaplar yakıldı. Birçok deÄŸerli Bizans eseri Avrupa’ya taşındı. Bu üç günün sonunda yaÄŸma düzenli hale getirildi ve Bizans, Haçlılarla Venedikliler arasında paylaşılarak bir Latin İmparatorluÄŸu kuruldu.
Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleÅŸmeye baÅŸladı. Åžehrin soylu ve zenginleri İznik’e göç etti. Latin İmparatorluÄŸu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi. İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan’daki Epiros’ta bir Bizans muhalefeti geliÅŸti. 1254 yılına gelindiÄŸinde Latin İmparatorluÄŸu çepeçevre kuÅŸatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleÅŸmiÅŸ, hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahÅŸap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya baÅŸlamıştı. Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul’daki Latin dönemi sona erdi.
İkinci Bizans Dönemi (1261 – 1453)
İstanbul’da ikinci Bizans Dönemi, Palailogos Hanedanı’nın 1261 yılında İstanbul’u Latinlerden geri almasıyla baÅŸlar. Ama bu dönem boyunca, İstanbul eski önem ve özelliÄŸini bir daha kazanamayacaktır. Latinler tarafından bütün zenginlikleri talan edilen kent, bu süreç içerisinde bir ticaret merkezi olma vasfını da tamamen kaybetmiÅŸti. Bu durumun olumsuz etkileri İkinci Bizans Dönemi boyunca devam edecek ve bütün ticari üstünlüklerini tamamıyla Galata’ya kaptıran İstanbul, etrafı surlarla çevrili bir tarım kenti haline dönüÅŸecektir. Bu dönem boyunca elde ettiÄŸi imtiyazlar sayesinde, Galata İstanbul’dan daha önemli bir kent haline gelmiÅŸtir.
İkinci Bizans Dönemi’nde İstanbul için olumlu bir geliÅŸme, mezhep çatışmalarının durulmasıdır. Bu dönem içerisinde İstanbul tartışmasız bir biçimde Ortodoks Hıristiyanlığı’nın merkezi durumuna gelmiÅŸ, yine bu dönemde Bizans sanatı en olgun dönemini yaÅŸamıştır. O yıllarda Kariye (Khore) Kilisesi’ne yapılan mozaikler Bizans sanatının zirvesi olarak kabul edilmektedir.
İkinci Bizans Dönemi aynı zamanda, İstanbul’un Osmanlılar tarafından gittikçe daralan bir çembere alınması ve yavaÅŸ yavaÅŸ fethedilmesi sürecidir. Bizans 1373’ten itibaren İstanbul Osmanlı’ya haraç ödemeye baÅŸladı. 1393 yılında Sultan Yıldırım Beyazıd, 1422’de Sultan II. Murad İstanbul’u kuÅŸattı, ama baÅŸarılı olamadılar. Orhan Gazi’den itibaren BoÄŸaz’ın Anadolu yakası Osmanlı’nın eline geçti. Aynı ÅŸekilde, 15. yüzyılda bir kaç önemsiz kasaba hariç bütün Trakya da fethedilmiÅŸ bulunuyordu.
Bu nedenle 15. yüzyılda Bizans İmparatorları Katolik Roma’dan sürekli yardım taleplerinde bulunmak zorunda kaldılar. Fakat Papalık, otoritesi altında birleÅŸmesini ÅŸart koÅŸuyordu. Bizans 1452'de bu talebe boyun eÄŸmek zorunda kaldı. Bu birleÅŸmenin İstanbul’da Ayasofya’da kutlanmak istenmesi çok sert tepkilere ve protestolara neden oldu. 1453 Mayıs’ında İstanbul’un fethedilmesiyle Bizans İmparatorluÄŸu tarihe karıştı. Fakat İstanbul için yeni ve parlak bir dönem baÅŸlıyordu.
Fetih ve İstanbul
Müslüman Arapların KuÅŸatmaları

İstanbul, Müslümanların sefer tarihlerinin baÅŸlarından itibaren kutsal bir hedef olagelmiÅŸtir. Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a seferler düzenlemiÅŸler, bunların bir kısmında ÅŸehri kuÅŸatmışlardır. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in, Kostantiniye’nin fethine yönelik ve ÅŸehri fethedecek komutan ile askerlerin övüldüÄŸü hadiseleri, bu seferlerin düzenlenmesini teÅŸvik eden sebeplerin başında gelmiÅŸtir.
Müslümanların İstanbul’u hedefleyen ilk seferi Hz. Osman’ın hilafeti döneminde gerçekleÅŸmiÅŸtir. Dönemin Suriye Valisi Hz. Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarında yok etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır.
Müslümanların ilk İstanbul kuÅŸatması ise, 668’de Hz. Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduÄŸu dönemde gerçekleÅŸti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuÅŸatmayı 669’un baharına kadar sürdürdüyse de ÅŸehri ele geçiremedi. Ordu salgın hastalıklardan büyük kayıplar vermesi nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. İlerlemiÅŸ yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in Bayraktarı Hz. Ebu Eyyub El-Ensari bu kuÅŸatma sırasında ÅŸehit düÅŸtü ve surların dibinde topraÄŸa verildi. Bu seferden sonra, Hz. Muaviye’nin 673’de gönderdiÄŸi yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. Ancak, 7 yıl süren kuÅŸatma baÅŸarıya ulaÅŸamadı.
AÄŸustos 7-16-Eylül 717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuÅŸatma da baÅŸarısızlıkla sonuçlandı. İstanbul önlerindeki ordu, bir yandan hava koÅŸulları, açlık ve hastalıklar, öte yandan Bulgar çetelerinin saldırılarıyla çok kayıp verdi. Bazı kaynaklara göre bu kuÅŸatma sırasında İmparator III. Leon, komutan Mesleme’nin isteÄŸi ile Müslüman esirlerin ibadeti için bir konağı mescide çevirmiÅŸ, kuÅŸatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye kenti gezdirmiÅŸtir.
Arapların son kuÅŸatması 781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oÄŸlu Harun komutasındaki ordu tarafından gerçekleÅŸtirildi. Harun Bizans ordusunu İzmit’te yenerek Üsküdar’a kadar ilerledi ve ÅŸehri kuÅŸattı. KuÅŸatma sonunda Bizans ile bir anlaÅŸma imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-ReÅŸid, “Er-ReÅŸid” unvanını bu seferle almıştır. Müslüman Arapların bunlar dışında da İstanbul’a yönelik seferleri olmuÅŸtur. Ama daha sonraki bu seferlerin hiçbiri kuÅŸatmayla sonuçlanmamıştır.
Osmanlıların İstanbul Kuşatmaları
Osmanlı Türkleri 14. yüzyıl boyunca Bizans ve İstanbul ile ilgilendiler. Fetihten çok önce bugünkü İstanbul metropolüne dahil olan yerleÅŸim birimlerinin, Suriçi hariç tamamı Osmanlı toprağı haline gelmiÅŸtir. Yanı sıra Osmanlılar bütün bu dönem boyunca, Bizans’ın içiÅŸlerine de karıştılar ve iktidar mücadelelerine taraf oldular. Fetih’e kadar süren dönemde de sürekli İstanbul civarında manevralar yaptılar.
1340’da Osmanlı ordusu İstanbul kapılarına kadar ilerlediyse de bu bir kuÅŸatmaya dönüÅŸmedi. Sultan I. Murad’ın Çatalca’dan baÅŸlattığı sefer de Hıristiyan dünyasının oluÅŸturduÄŸu güçlü ittifakla durduruldu. İstanbul’un fethedilmesine yönelik ilk güçlü kuÅŸatma Sultan Yıldırım Beyazıd tarafından yapıldı. İmparator ile yapılan anlaÅŸma sonucu Yıldırım Beyazıd’ın kuvvetleri ÅŸehre giremedi.
Sultan Yıldırım Beyazıd, bundan sonra da İstanbul üzerindeki etkisini sürdürdü. İstanbul içinde bir Türk Mahallesi, cami ve Türklerin yargılanacağı bir mahkeme kurulmasını saÄŸladı. Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek imparatorların tahta çıkmasında etkili oldu. Bu durum Türklerin ileride İstanbul’u fethetmesini etkileyen en önemli faktörlerdendir. Sultan Yıldırım Beyazıd’ın dönemindeki son kuÅŸatma giriÅŸimi 1400’de yapıldı. Fakat Timur istilası bu hareketi yarıda bıraktırdı.
Sultan Yıldırım Beyazıd’in oÄŸlu Musa Çelebi’nin1411’deki kuÅŸatması da baÅŸarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı kuvvetlerinin baÅŸarılarından ürken İmparator, Musa Çelebi’nin Bursa’daki kardeÅŸi Çelebi Mehmed’in desteÄŸini alarak kuÅŸatmanın kaldırılmasını saÄŸladı. Daha sonra Osmanlı padiÅŸahı olan Çelebi Mehmed döneminde İstanbul’a sefer düzenlenmedi.
Fetihten önceki son kuÅŸatma Sultan II. Murad zamanında gerçekleÅŸti. Uzun bir hazırlık dönemine ve saÄŸlam bir stratejiye dayanan bu kuÅŸatma öncekilerden çok daha zorlu geçti. KuÅŸatma 15 Haziran 1422’de 10 bin akıncının, İstanbul’u taÅŸraya baÄŸlayan bütün yolları kesmeleriyle baÅŸladı. Dönemin en etkili manevi otoritelerinden olan Emir Sultan’ın da Bursa’dan gelerek yüzlerce derviÅŸi ile birlikte orduya katılması askerin coÅŸkusunu artırdı. 24 AÄŸustos’ta Emir Sultan’ında yer aldığı saldırı çok ÅŸiddetli oldu ise de ÅŸehrin alınmasına yetmedi. Bu kuÅŸatma Sultan II. Murad’ın kardeÅŸi Åžehzade Mustafa’nın isyanı üstüne kaldırıldı. Artık İstanbul’un fethi Sultan Murat’ın oÄŸluna kalmıştır.
İstanbul’un Fethi
Fetih öncesinde Bizans güçlü bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı. İmparatorluk Konstantinopolis ÅŸehriyle sınırlı hale gelmiÅŸti, toprakları Konstantinopolis’ten baÅŸka Marmara kıyısındaki Silivri Kalesi, Vize ve Misivri gibi küçük kasabalardan ibaretti. Buralar da Osmanlılar tarafından çepeçevre kuÅŸatılmıştı. Surdışındaki küçük Bizans kasabalarının Osmanlı sınırlarına katılmamış olması ise direnmelerinden deÄŸil, buraların çok ciddiye alınmamasından ve hedefin önce Konstantinopolis olmasındandı. Kaldı ki son kuÅŸatmaların baÅŸarısız olmasının sebebi ordu deÄŸil, daha çok Osmanlı’nın iç sorunlarıydı.
Bizans’ın gücü bu dönemde bir imparatorluk gücü deÄŸildi. Bizans imparatorları da artık Osmanlılara itaatini sunmuÅŸ ve her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etmiÅŸlerdi. Osmanlılar için artık karşılarında Bizans İmparatorları yerine kendilerine haraç veren küçük Tekfurlar vardı. Konstantinopolis de bir imparatorluk baÅŸkentinden ziyade dini bir merkezdi. Hıristiyan dünyasının İslam dinine ve Müslüman ordulara karşı en son ve en güçlü kalesiydi ve kesinlikle düÅŸmemeliydi. Bu yüzden Papa önderliÄŸinde bu kaleyi korumak için yeni Haçlı Seferleri örgütleniyordu.
Bu dönemde Osmanlı akınlarından ve kuÅŸatmalarından bunalan Bizans’ın önemli sorunu, Hıristiyan dünyasındaki örgütlenmenin Ortodoks ve Katolik olarak ikiye ayrılmış olmasıydı. Bu ayrılık Hıristiyan Avrupa’nın Ortodoks Bizans’ı yeterince kollayamaması anlamına geliyordu. Bu ikiliÄŸi gidermek için çaresizlik içinde çırpınan İmparator ve Patrik, 1439’da Floransa Konsili’nde Katolik Kilisesi’ne boyun eÄŸdi. Rum Ortodoks Kilisesi de Katolik Kilisesi’ne boyun eÄŸdi. Rum Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi kavgasında zoraki de olsa bir ittifak dönemi baÅŸladı. Böylece yüzyıllardır süren Ortodoks-Katolik çatışması, Osmanlı’nın baskısıyla kısa süreli de olsa donduruldu. Ancak bu anlaÅŸma Konstantinopolis halkı tarafından hiç de hoÅŸ karşılanmadı ve Ayasofya’daki resmi kutlama törenleri halkın sert protestolarıyla karşılaÅŸtı. Bizans halkı Konstantinopolis’te Avrupalıyı görmek istemiyor, yeni bir Latin dönemi yaÅŸamaktan korkuyordu.
Floransa Konsili’nde saÄŸlanan birleÅŸmeden sonra kurulan güçlü Haçlı Ordusu, Rumeli’yi 1443 ve 1444’de istila etti. Fakat 1444’de Osmanlı’nın kazandığı Varna Zaferi ile Haçlıların önünü kesti. Bu son savaÅŸ Konstantinopolis’in alınyazısını belirledi. Osmanlı’nın Anadolu’ya ve Rumeli’ye yayılan genç İmparatorluÄŸu için Konstantinopolis’i fethetmek artık tersi düÅŸünülemez bir mecburiyetti. İmparatorluk topraklarının tam kalbindeki bu yabancı unsur ortadan kaldırılmalıydı. Çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin gerçek anlamda birbirine baÄŸlanması Konstantinopolis’in fethiyle mümkündü.
İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden baÅŸlatıldı. KuÅŸatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında BoÄŸaz'ın kontrolünü saÄŸlamak için Rumeli Hisarı inÅŸa edildi. 16 kadırgadan oluÅŸan güçlü bir donanma oluÅŸturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizans’ın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Cenevizlilerin elinde bulunan Galata’nın da savaÅŸ esnasında tarafsız kalması saÄŸlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuÅŸatma baÅŸladı.
Fethin kronolojisi:
6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St. Romanüs Kapısı (Åžimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün ÅŸehir, Haliç’ten Marmara’ya kadar kuÅŸatıldı.
6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.
9 Nisan 1453: BaltaoÄŸlu Süleyman Bey Haliç’e girmek için ilk saldırıyı yaptı.
9-10 Nisan 1453: BoÄŸaz’daki surların bir bölümü ele geçti. BaltaoÄŸlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.
11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye baÅŸlandı. Yer yer gedikler açıldı. Sürekli dövülen surlarda tahribat önemli boyutlara ulaÅŸtı.
12 Nisan 1453: Donanma Haliç’i koruyan gemilere saldırdı, fakat Hıristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluÄŸuna yol açtı. Fatih Sultan Mehmed’in emri üzerine havan topları ile Haliç’teki gemiler dövülmeye baÅŸlandı ve bir kadırga batırıldı.
18 Nisan 1453 Gecesi: PadiÅŸah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.
20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans’ın dört savaÅŸ gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. PadiÅŸah bizzat kıyıya gelerek BaltaoÄŸlu Süleyman PaÅŸa’ya gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüÄŸüne raÄŸmen, kendilerinden büyük ve yüksek olan düÅŸman gemilerini engelleyemedi. Bu baÅŸarısızlık Osmanlı Ordusunda bir bozgun etkisi gösterdi. Asker orduyu terk etmeye baÅŸladı. Hemen sonra bu durumdan istifade etmek isteyen imparator bir barış önerisinde bulundu. Sadrazam Çandarlı Halil PaÅŸa’nın desteÄŸiyle bu öneri reddedilerek, kuÅŸatmaya ve surların büyük toplarla dövülmesine devam edildi.
Bütün bu bozgun havası içinde Fatih Sultan Mehmed’e ÅŸeyhi ve hocası AkÅŸemseddin Hazretleri’nin fetih müjdesi mektubu geldi. Fatih Sultan Mehmed bu manevi desteÄŸin de etkisiyle bir yandan saldırıyı ÅŸiddetlendirirken, öte yandan herkesi ÅŸaşırtan yeni giriÅŸimlerde bulundu. Dolmabahçe’de demirlenen donanma karadan Haliç’e indirilecekti!...
22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hıristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed’in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karada seyrettiÄŸi gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. ÖÄŸleden sonra gemiler artık Haliç’e inmiÅŸlerdi. Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç’te görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bui arada, Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya baÅŸladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.
28 Nisan 1453: Haliç’teki gemi yakma giriÅŸimi yoÄŸun top ateÅŸiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surları ateÅŸ altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuÅŸatıldı. İmparatora Cenevizliler aracılığıyla koÅŸulsuz teslim önerisi iletildi. EÄŸer teslim olunursa serbestçe istediÄŸi yere gidebilecek, halkın canı ve malı güvende olacaktı. İmparator bu teklifi kabul etmedi.
7 Mayıs 1453: 30 bin kiÅŸilik bir kuvvetle BayrampaÅŸa Deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaÅŸamadı.
12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.
16 Mayıs 1453: EÄŸrikapı önüne kazılan lağımla Bizans’ın açtığı karşı lağım birleÅŸti ve yeraltında ÅŸiddetli bir çarpışma oldu. Aynı gün Haliç’teki zincire yapılan saldırı da baÅŸarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.
18 Mayıs 1453: Hareketli aÄŸaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Åžiddetli çarpışmalar akÅŸama kadar sürdü. Bizanslılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan hendekleri boÅŸalttılar. Sonraki günlerde surların yoÄŸun top ateÅŸiyle dövülmesi sürdürüldü.
25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator’a İsfendiyar BeyoÄŸlu İsmail Bey’i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediÄŸi yere gidebilecek, halktan isteyenlerde mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.
26 Mayıs 1453: KuÅŸatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan’da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiÄŸi büyük bir donanmanın yaklaÅŸmakta olduÄŸu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed SavaÅŸ Meclisini topladı. Bu toplantıda, baÅŸtan beri kuÅŸatmaya karşı olan Çandarlı Halil PaÅŸa ve taraftarları kuÅŸatmayı kaldırılmasını savundular. PadiÅŸah ile birlikte lalası ZaÄŸanos PaÅŸa, Hocası AkÅŸemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna ÅŸiddetle karşı çıktı. Saldırıya devam etme kararı alındı ve hazırlıkları yapma görevi ZaÄŸanos PaÅŸa’ya verildi.
27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.
28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda tam bir sessizlik hakimdi. Fatih Sultan Mehmed safları dolaÅŸarak askeri yüreklendirdi. İstanbul’da ise bir dini ayin düzenlendi, imparator Ayasofya’da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizans’ın son töreni oldu.
29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaÅŸ düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaÅŸ emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaÅŸ düzenini alırken halk kiliselere doluÅŸtu. Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırıya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri ÅŸehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed’in yüreklendirmesiyle göÄŸüs göÄŸüse çarpışmalar baÅŸladı. Surlara ilk Türk Bayrağı’nı diken Ulubatlı Hasan bu arada ÅŸehit oldu. Belgradkapı’dan Yeniçerilerin içeri girmesi ve Edirnekapı’daki son direniÅŸçilerin arkadan kuÅŸatılmaları üzerine Bizans savunması çöktü.
Askerleri tarafından yalnız bırakılan İmparator sokak çatışmaları sırasında öldürüldü. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Fatih Sultan Mehmed öÄŸleye doÄŸru Topkapı’dan ÅŸehre girdi, doÄŸruca Ayasofya’ya girerek burayı camiye çevirdi. Böylece bir çaÄŸ açılıp, bir çaÄŸ kapandı.
Fethin Sonuçları
İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek olan sonuçları vardır. Bu nedenle birçok tarihçi İstanbul’un fethiyle OrtaçaÄŸ’ın sona erdiÄŸini kabul eder.
Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuÅŸ bulunan çok sayıdaki Türk beyliÄŸine karşı üstünlüÄŸünü pekiÅŸtirmiÅŸ bulunuyordu. Bu nedenle İstanbul’un Fethi, Anadolu’daki Türk birliÄŸinin saÄŸlanmasında önemli bir etkendir. Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin deÄŸil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra baÅŸlar. Böylece Osmanlı BeyliÄŸi bir dünya devleti haline gelecektir.
Fetihten sonra, Osmanlı liderliÄŸindeki İslam, dünya politikasının temel dinamiklerinden biri olmuÅŸtur. O dönemde Eski Dünya’da yaÅŸanan bütün uluslararası olaylarda Müslümanların belirleyici bir rolü vardır.
Avrupa Hıristiyanlığı yaklaşık üç asır boyunca Haçlı Seferleri ile İslamiyet’i Ön-Asya’dan çıkarmaya çalışmıştı. Bu mücadelede İstanbul Haçlılar için bir sınır karakolu iÅŸlevi görüyordu. İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliÄŸi Hıristiyan dünyasınca kesin olarak kabullenilecek ve bir daha bu toprakları kurtarmak için Haçlı seferi düzenlemeyecektir. Aksine İslam Avrupa içlerine yönelecektir. İstanbul’un Fethi Müslümanlar için Avrupa’ya karşı kazanılmış ve uzun yıllar sürecek bir üstünlüÄŸün baÅŸlangıç noktasıdır.
İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından önemli olmasının bir diÄŸer sebebi de Rönesans üzerindeki etkisidir. Fetih’ten sonra birçok Bizanslı düÅŸünür ve sanatçı yanlarına çok deÄŸerli yazma eserleri de alarak, çoÄŸunlukla Roma’ya göç ettiler. Bu kimseler klasik Yunan kültürüne dönüÅŸte önemli rol oynadılar ve kısa bir süre sonra Avrupa’da Rönesans hareketi baÅŸladı.
Fatih Sultan Mehmed
1432-1481 yılları arasında yaÅŸamış 7. Osmanlı padiÅŸahıdır. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır. Küçük yaÅŸtan itibaren eÄŸitimine büyük önem verilen Åžehzade Mehmed, Molla Yegan, AkÅŸemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından yetiÅŸtirildi. Dönemin geleneÄŸine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için Manisa SancakbeyliÄŸi’ne tayin edildi.
Mükemmel bir eÄŸitimle, Matematik, Geometri, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, ve Tarih bilimleri tahsil etti. Tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça öÄŸrendi. Kudretli bir asker olduÄŸu kadar geniÅŸ görüÅŸlü bir fikir adamı olarak yetiÅŸti. Edebiyatla da ilgilenen Fatih, ÅŸiirde devrinin üstatları arasında yer aldı ve “Avni” mahlasıyla edebi deÄŸeri yüksek ÅŸiirler yazdı. Sarayda yazılan ilk divan Fatih’e aittir.
Fatih Sultan Mehmed, Manisa Sancakbeyi iken babası Sultan II. Murad’ın tahttan çekilmeye karar vermesi üzerine padiÅŸah ilan edildi. Tahtta çocuk yaÅŸta birinin olmasından cesaretlenen Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye baÅŸladılar. Osmanlıları Avrupa’dan atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Bunun üzerine Sultan II. Murad ordunun başına geçti ve Varna Meydan SavaÅŸ’ında Haçlı Ordusunu yenilgiye uÄŸrattı. Bu savaÅŸtan sonra Sultan II. Murad tekrar devletin başına geçti. Fatih Sultan Mehmed Manisa’ya gönderildi. İkinci ÅŸehzadelik döneminde de yine dönemin önemli bilginlerinden ders almayı sürdürdü.
Sultan II. Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed baÅŸkent Edirne’ye gelerek ikinci kez tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk iÅŸi İstanbul’un fethine iliÅŸkin ÅŸehzadeliÄŸi dönemlerinden beri tasarladığı planları uygulamak oldu. Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da kendi tasarladığı, Avrupa’da görülmemiÅŸ büyüklükte toplar döktürdü ve donanma kurdu. Saldırı gününde komutayı doÄŸrudan üstlendi.
İstanbul’un fethinden sonra Tuna’ya kadar hakim olmaya ve Sırp sorununu çözmeye yöneldi. Sırbistan’ın Osmanlı hakimiyetine girmesini saÄŸladı. Fetih hareketlerine devam ederek Cenovalılar’ın ticari limanı Kele’yi ve önemli bir üs olan Amasra’yı ele geçirdi. Ardından Sinop’u alarak CandaroÄŸulları BeyliÄŸi’ne, Trabzon’u alarak Pontus Devleti’ne son verdi. Midilli Adası’nı Osmanlı topraklarına kattı. Bosna-Hersek’in fethini tamamladı. Tuna güneyindeki Balkanlar’ı Osmanlı idaresinde birleÅŸtirdi. Karamanlılardan Konya ve Karaman’ı alarak Karaman Eyaleti’ne dönüÅŸtürdü. Venediklerden EÄŸriboz Adası’nı aldı. Ayrıca Alaiye (Alanya) Beyleri’nin egemenliÄŸine son verdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli Savaşı’nda yenerek Anadolu’yu kesin olarak Osmanlılara baÄŸladı. Daha sonra Batıya yönelerek bazı Cenova kalelerini fethetti ve Kırım Hanlığı’nı Osmanlılara baÄŸladı. Arnavutluk’u ele geçirdi. Güney İtalya’daki Otranto Osmanlıların eline geçti. Bunun üzerine Papalık büyük bir telaÅŸa kapıldı. Yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesi için Avrupa devletlerine çaÄŸrıda bulundu. Fakat Avrupa devletleri buna cesaret edemediler.
Fatih Sultan Mehmed, 1481 ilkbaharında yeni bir sefere çıkarken Gebze yakınlarında vefat etti. Bazı araÅŸtırmacılara göre zehirlenerek öldürülmüÅŸtür.
Devlet ve Bilim Adamı Fatih Sultan Mehmed
Benzerine çok rastlanmayan son derece yoÄŸun bir eÄŸitimden geçen Fatih Sultan Mehmed, daha çocukluÄŸundan itibaren büyük bir devlet adamı olmak üzere yetiÅŸtirildi. Üstün bir komutanlık özelliÄŸine sahipti. Çok iyi teÅŸkilatlanmış ordusunu savaÅŸlarda en iyi ÅŸekilde kullandı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına son derece özen gösterirdi. TopçuluÄŸa gerekli önemi veren ilk padiÅŸahtır. Fatih’ten önce top, bütün dünyada sesiyle düÅŸmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edeceÄŸi ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düÅŸünülememiÅŸti. Fatih bütün bunların akıl ederek o tarihe kadar görülmemiÅŸ sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı.
Dünya çapında bir devlet kurma fikrine yürekten inanmıştı. Bu idealin gerçekleÅŸmesi için ömrünü fetihlerde geçirdi. 32 yıl süren saltanatı boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beÅŸi de dukalık olmak üzere irili ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan yarımadasını ele geçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II. Murad’dan devraldığı Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 kat arttırdı.
Fatih Sultan Mehmed fetihleriyle olduÄŸu kadar, devlete düzenli sürekli bir yapı kazandırmak için getirdiÄŸi düzenlemeler açısından da Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutar. Fatih Kanunnamesi’yle yönetim, maliye ve hukuk alanlarında kurallar koyarak devletin iÅŸleyiÅŸini düzenledi. GeniÅŸ görüÅŸlü ve açık düÅŸünceli bir padiÅŸah olarak kültür ve sanat alanında geliÅŸmeye öncülük etti. İnsanlara, inançları konusunda eÅŸi görülmemiÅŸ bir hoÅŸgörü gösterdi. İstanbul’u aldıktan sonra İtalyan hümanistleri ve Rum bilginlerini sarayında topladı. OrtodoksluÄŸun tek ve en büyük koruyucusu oldu. Patrik, Osmanlı protokolüne göre vezir rütbesine eÅŸ tutuldu. Patrik II. Gennadios’a Hıristiyan inancının temel ilkelerine iliÅŸkin bir eser hazırlattı ve Osmanlıca’ya çevirtti.
Fatih Camii’nin çevresinde kurduÄŸu sekiz medrese, İslam ilimleri alanında yüz yıl boyunca imparatorluÄŸun en önemli öÄŸretim kurumu oldu. Zaman zaman “Ulema” adı verilen İslam bilginlerini bir araya toplayarak onların tartışmalarını dinlerdi. Bilginlere karşı büyük yakınlık gösterir, onlara saygı ile davranırdı. Osmanlı İmparatorluÄŸu Fatih’in hükümdarlığı zamanında matematik, astronomi ve ilahiyat alanında en yüksek düzeye eriÅŸti.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Istanbul
OSMANLI DEVLETİ DÖNEMİ (1453-1923)
İstanbul, Fatih Sultan Mehmed komutasındaki Osmanlı Ordusu tarafından fethedildikten sonra üç gün içinde sükunet saÄŸlandı. Ardından görkemli ÅŸenliklerle fetih kutlandı. Åženlikten sonra Fatih Sultan Mehmed askerin ÅŸehirde dolaÅŸmasını yasakladı. Hızla ÅŸehir kontrol altına alındı. Rumların kendi dinleri ve gelenekleri ile yaÅŸayabileceÄŸi duyuruldu. Fatih Sultan Mehmed Ortodoks Rumlara boÅŸ bulunan Patriklik makamına birini seçmelerini emretti.
Fetih sırasında olumlu davranışları görülen Yahudi cemaatine havralarına sahip olma hakkı tanındı ve Haham’a iltifatlarda bulunuldu. Türk-Yahudi topluluÄŸu Karayim Cemaati’ine Arpacılar Mescidi’nin bulunduÄŸu yerde bir ibadethane tahsis edildi. Daha sonraları Ermeni Cemaati için de bir patrik tayin edilmiÅŸ ve cemaatler arası denge gözetilmiÅŸtir.
Fatih Sultan Mehmed ÅŸehirde düzeni saÄŸlar saÄŸlamaz hızla imar faaliyetine giriÅŸti. İlk ciddi imar faaliyeti, fetih esnasında harap olan surların tamiridir. Hendekler temizletildi ve yıkık yerler tamir edildi. Fatih Sultan Mehmed bakımsız ve harap durumda olan Ayasofya’yı satın alıp tamir ettirdi ve camiye dönüÅŸtürdü.
Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı veya vakfettiÄŸi çok sayıda yapının bir kısmı ÅŸunlardır; Bugünkü Vefa semtinde Åžeyh Ebu’l-Vefa adına yaptırılan cami, bugünkü Eyüp’te Ebu Eyyub el-Ensari’nin türbesi ve civarına yayılan külliye, devlet hazinesi olarak da kullanılan Yedikule, ÅŸehrin yedi tepesinden biri üzerine kurulan ve kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Külliyesi, bugünkü Beyazıt Meydanı civarında yaptırılan ve günümüze izi kalmayan Saray-ı Atik ve Saray-ı Cedid (bugünkü Topkapı Sarayı).
Bu dönemin diÄŸer önemli eserleri arasında, Mahmud PaÅŸa Camii, Gedik Ahmet Camii, Karamani Mehmed’in NiÅŸanca Camii, Rum Mehmed PaÅŸa Camii, Has Murad PaÅŸa Camii, İbrahim PaÅŸa Camii ve bunların çevresinde sıralanan imaret ve benzeri yapılar, Belgrad Ormanları’ndaki kaynaklardan ÅŸehre su taşıyan tesisler, çok sayıda darüÅŸÅŸafaka, imaret, han, kervansaray gibi yapılar ve bugünkü Kapalıçarşı.
Fetihten sonra ÅŸehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluÅŸturuldu. BoÅŸ mülkler fetihte hizmeti geçenlerin yanı sıra hemen her isteyene parasız olarak verildi. Anadolu ve Rumeli’den Müslüman nüfus ÅŸehre göçe özendirildi. Bu da yeterince fayda saÄŸlamayınca vilayetlere ferman gönderilerek her sınıftan belli sayıda kiÅŸinin İstanbul’a gönderilmeleri buyruldu. ÇeÅŸitli bölgelerden Hıristiyan ve Yahudiler de ÅŸehre getirilerek belli yerlerde iskan edildiler.
Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve zorunlu göçlerle oluÅŸan mahalleler daha sonraki İstanbul idari yapısının temelini oluÅŸturdu. 1459’da İstanbul her biri farklı demografik özellikler taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduÄŸu Suriçi, diÄŸer üçü ise surdışında yer alan ve “Bilad-i Selase” olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar’dı. 1457 sonunda eski baÅŸkent Edirne’nin uÄŸradığı büyük yangınla ÅŸehre yeni göçmenler geldi ve ÅŸehir oldukça ÅŸenlendi. İstanbul, fetihten 50 yıl sonra Avrupa’nın en büyük ÅŸehri haline geldi.
16. yüzyıla büyük bir ÅŸehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509 depreminde çok zarar gördü. 45 gün süren depremde binlerce bina harap oldu, yıkılmadık tek minare kalmadı. Åžehir, 1510’da Sultan II. Bayezıd tarafından 80 bin kiÅŸinin istihdamıyla neredeyse yeniden kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoÄŸunluÄŸu bu devirden kalmıştır.
Kanuni Sultan Süleyman Dönemi
Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtta kaldığı 1520-1566 yılları arasındaki 46 yıllık dönem, devlet için olduÄŸu gibi İstanbul için de bir yükseliÅŸ dönemi olmuÅŸtur. Bu dönem boyunca İstanbul’da birçoÄŸu günümüze de ulaÅŸmış çok sayıda paha biçilmez eser inÅŸa edilmiÅŸtir. 1509 depreminde büyük hasara uÄŸrayan kent yeniden ve daha planlı bir biçimde restore edilmiÅŸ, ÅŸehir yeni bentler, su kemerleri, suyolları ve çeÅŸmelerle bol suya kavuÅŸmuÅŸtur. Medreseler, kervansaraylar, hamamlar, hasbahçeler ve köprülerle donatılan İstanbul, tam bir büyük kent görünümü kazanmıştır. Yine bu dönemde Haliç-Galata Limanı Akdeniz’in en iÅŸlek limanlarından biri haline gelmiÅŸtir.
Bu dönemde inÅŸa edilen eserler, özellikle Mimar Sinan tarafından yapılanlar, ÅŸehre yepyeni bir görünüm kazandırmıştır. Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Åžehzadebaşı Camii ve Külliyesi, Sultan Selim Camii ve Külliyesi, Cihangir Camii, Mihrimah Sultan adına Edirnekapı ve Üsküdar’da yapılan camiler, Hürrem Sultan adına yaptırılan Haseki Külliyesi ve Haseki Hamamı bu dönemde inÅŸa edilen eserlerin önemlileridir. Bu devirde açılan Sahn-ı Süleymaniye Medreseleri de İstanbul’a bir eÄŸitim ve bilim merkezi olma özelliÄŸi kazandırmıştır.
Kanuni dönemi İstanbul için bir planlı kentleÅŸme dönemi olmuÅŸtur. Bir yandan kente yeni göçlerin gelmesi engellenmiÅŸ, diÄŸer yandan da surların çevresine ev yapımı yasaklanmıştır. Her evin pencerelerine kepenk konulması ve Galata’daki tüm yapılarda taÅŸ kullanılması zorunluluÄŸu getirilmiÅŸtir. İstanbul’a bol su saÄŸlamak için birçok tesis hazineden ayrılan ödenekle ve angarya sistemine baÅŸvurulmaksızın tamamlanmıştır. Åžehir, Sarayburnu, Tersane, İskender Çelebi, Dolmabahçe, Tokat, Çubuklu, Sultaniye, Üsküdar, HaydarpaÅŸa, Kandilli hasbahçeleri ve Büyükdere Korusu ile bezenmiÅŸtir. Kentin tüm iaÅŸe ve ihtiyaçları devletçe üstlenilmiÅŸ; bu maksatla Rumeli ÅŸehirleri, Karadeniz Kıyıları ve Mısır’a bir takım yükümlülükler getirilmiÅŸtir. Yine İstanbul bu dönemde ‘kıraathane’lerle (kahvehane) tanışmıştır.
İstanbul’un büyüyerek eski sınırları dışına taÅŸması ve yeni semtlerin ortaya çıkışı da Kanuni devrinde gerçekleÅŸmiÅŸtir. Kasım PaÅŸa, Piri PaÅŸa, Piyale PaÅŸa ve Ayas PaÅŸa mahalleri bu dönemde kurulmuÅŸtur. Galata da bu dönemde çok canlıdır ve tek başına bir ÅŸehir büyüklüÄŸüne ulaÅŸmıştır. Yine bu yıllarda ilk kez olarak BeyoÄŸlu’nda elçilik binaları açılacaktır.
Kanuni dönemi İstanbul’u bazı büyük felaketlere de ÅŸahit olmuÅŸtur. Veba salgınları bu dönemde bu dönemde İstanbul’u sık sık etkilemiÅŸtir. 1554’te çıkan yangın Ayasofya’dan Tahtakale’ye kadar olan kısmı, 1555’te çıkan yangın ise Galata’yı büyük hasara uÄŸratmıştır. 1554’teki ÅŸiddetli fırtınada deniz kabarmış, dereler taÅŸmış, birçok insan boÄŸulmuÅŸtur. 1563’teki aşırı yaÄŸmur neticesi oluÅŸan seller ise bundan da büyük zararlara yol açmış, hatta bu esnada YeÅŸilköy’de avlanmakta olan Kanuni Sultan Süleyman da tehlike atlatmıştır.
Lale Devri’nde İstanbul
Lale Devri 1718-1730 yılları arasında ve Sultan III. Ahmed’in padiÅŸahlığı ile NevÅŸehirli Damat İbrahim PaÅŸa’nın sadrazamlığı dönemini kapsar. Bu dönem adını o yıllarda saray çevresinde ve varlıklı kesimler arasında baÅŸlayan lale yetiÅŸtirme merakından alır.
Lale Devri’nde İstanbul, birçok yenilikler ve deÄŸiÅŸiklikler yaÅŸadı. Sadrazam NevÅŸehirli Damat İbrahim PaÅŸa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttirdiÄŸi projelerden esinlenerek İstanbul’un imarına el attı. İlk önce Haliç ıslah edildi ve Kağıthane Deresi ve Haliç kenarları gezinti yerleri haline getirildi. Kağıthane’de padiÅŸah için Sadabad Kasrı inÅŸa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi. Bu bahçeler varlıklı kesimler arasında lale yetiÅŸtirme furyasının doÄŸuÅŸuna neden oldu. Yine bu dönemde Üsküdar, Beylerbeyi, Bebek, Fındıklı, Alibeyköyü, Ortaköy ve Topkapı semtlerinde birçok köÅŸk ve bahçe yapıldı. Daha önce yangınlarla harap olmuÅŸ semtler yeniden inÅŸa edildi.
Lale Devri’nde İstanbul’un yaÅŸadığı yenilikler sadece imar sahasında deÄŸildi. İlk olarak bu dönemde itfaiye teÅŸkilatı kuruldu; ilk matbaa bu dönemde İbrahim Müteferrika tarafından faaliyete geçirildi. Ayrıca bir çini fabrikası, kumaÅŸ fabrikası ve Yalova kâğıt fabrikası bu yıllar içerisinde açıldı.
Lale devrinde sanat ve edebiyatta da bir canlanma yaÅŸandı. Özellikle ÅŸair ve ressamlar saraydan büyük iltifat gördüler. Yine bu dönemde Türk mimarisi klasik dönemin son ÅŸaheserlerini vermiÅŸtir. Emetullah GülnuÅŸ Valide Camii, Sultan III. Ahmed’in Topkapı Sarayı’nın önünde ve Üsküdar’da yaptırdığı çeÅŸmeler, Sultan III. Ahmed Kütüphanesi ve Damat İbrahim PaÅŸa Külliyesi bunların baÅŸlıcalarıdır. Lale Devri Patrona Halil isyanıyla sona ermiÅŸtir. Bu ayaklanma esnasında dönemin sembolü olan lale bahçeleri ve köÅŸklerin birçoÄŸu tamamen tahrip edilmiÅŸtir.
Tanzimat Dönemi
3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. BatılılaÅŸma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul’da mimariden yaÅŸama tarzına, eÄŸitim kuruluÅŸlarından sanayi kuruluÅŸlarına kadar birçok alanda yenilikler yaÅŸandı. Bu dönemde ÅŸehir yeni alanlara doÄŸru geniÅŸlemeye baÅŸladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise TeÅŸvikiye yönünde yayılırken; BoÄŸaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diÄŸer taraftan Beykoz’a doÄŸru büyüdü.
Kentin geniÅŸlemesine paralel, hızlı bir imar faaliyeti de söz konusuydu. Bir taraftan padiÅŸahlar, diÄŸer taraftan da devlet erkanı, gayrimüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köÅŸk ve malikane yaptırma yarışına girdiler. Dolmabahçe, ÇıraÄŸan ve Beylerbeyi Sarayları, Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, AyazaÄŸa, AlemdaÄŸ, İcadiye ve Mecidiye KöÅŸkleri bu dönemde inÅŸa edildi. Yine bu dönemde “mebain-i emriyye” adı verilen birçok kamu binası da yaptırıldı. ÇeÅŸitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve Pangaltı Harbiye Binaları bunların başında gelmektedir.
YaÅŸanan hızlı BatılılaÅŸma etkilerini mimari üzerinde de gösterdi. Bu dönemde klasik Osmanlı mimarisi terk edildi ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inÅŸa edildi. Hatta bu üslup deÄŸiÅŸmesi cami mimarisine kadar nüfus etti.
Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli geliÅŸmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Åžirket-i Hayriye’nin açılması, Åžehremaneti (Belediye) örgütünün diÄŸer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona baÄŸlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Åžirketi bu geliÅŸmelerin sadece bazılarıdır.
BatılılaÅŸma sürecini besleyecek modern eÄŸitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde büyük önem verildi. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız rüÅŸdiyeleri (liseler) Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji), Darülmuallimin (ÖÄŸretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eÄŸitime baÅŸlayan okullardandır.
Tüm bu deÄŸiÅŸmeler doÄŸal olarak kentin sosyal yaÅŸamını da derinden etkiledi. Özellikle Kırım Savaşı’nda İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve subayları ile Galata’da yerleÅŸmiÅŸ bulunan Levantenlerin yaÅŸam tarzı İstanbul ahalisi üzerinde müessir oldu. Bu dönemde BeyoÄŸlu, meyhaneleri, kahvehaneleri, tütüncü dükkanları, balozları ve tiyatrolarıyla tam bir eÄŸlence merkezi haline geldi. Rum, Ermeni ve Yahudi kızları kantolar söylemekte; BeyoÄŸlu’nun yanı sıra Åžehzadebaşı ve GedikpaÅŸa’da da tuluattan modern tiyatroya kadar bütün gösteriler kumpanyalarca sahnelenmekteydi. Toplumun eÄŸlence alışkanlıklarıyla birlikte, zevkleri de deÄŸiÅŸiyordu. Sadece saray çevreleri ve zenginler deÄŸil orta halli aileler de Batı tipi lüks tüketime yöneldi. Evlerin iç dekorasyonu deÄŸiÅŸti; masa, sandalye ve koltuk gibi eÅŸyalar evlere girmeye baÅŸladı. Yine bu dönemde yazlık ve kışlık adeti baÅŸladı. Suriçi ve BeyoÄŸlu kışlık; BoÄŸaz, Kadıköy ve Adalar yazlık yerlerdi. Bu nedenle önceden BoÄŸaz’da yalı satın alacak paralar, mevsimlik kira olarak ödenir hale geldi.
İstanbul’un ekonomik yapısı da bu dönemde birçok deÄŸiÅŸiklik yaÅŸadı. Geleneksel esnaf örgütleri olan loncalar dağıtıldı ve devlet, esnafı ÅŸirketleÅŸtirmek için krediler vermeye baÅŸladı. Haliç çevresinde ve Tophane’de sanayi tesisleri kuruldu. İstanbul bu dönemde ilk kez olarak grevlerle de tanıştı.
Bu yıllar Galata’nın finans alanında güçlenmesine de ÅŸahit olacaktı. Galata bankerleri artık doÄŸrudan saraya borç veriyor veya Osmanlı’nın kombiyo iÅŸlemlerini yönlendiriyordu. Devlete ait tahvillerin miktarı bir borsa kurulmasını gerektirecek ölçüde çoÄŸalmış; kurulan Galata Borsası sadece Galatalı bankerlerin deÄŸil sıradan vatandaşın da ilgisini çekmeye baÅŸlamıştı.
Bu dönem İstanbul’unda siyasi hayat da çok hareketlenecektir. Bir taraftan Batıcılık, diÄŸer taraftan İslamcılık ve Türkçülük akımları güçlenecek, bir Tazminat aydını grubu ortaya çıkacak; sanat ve edebiyat canlanacak; Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit, İstikbal, Sadakad, Sabah, Hayat ve Cihan gazeteleri çıkmaya baÅŸlayacaktır.
1844’deki ilk nüfus sayımı, 1870’de yaÅŸanan BeyoÄŸlu ve 1872 Kuzguncuk yangınları, 1845’de ilk çiçek aşısının uygulanması ve İstanbul için bir mülk vergisinin konması da bu dönemin anılmaya deÄŸer diÄŸer olaylarıdır.
MeÅŸrutiyet Dönemi
Sultan Abdülaziz’in gürültülü bir ÅŸekilde tahttan indiriliÅŸi ve meÅŸrutiyeti ilan sözü alınarak II. Abdülhamid’in tahta çıkarılışı ile İstanbul’da yeni bir dönem baÅŸlar (31 AÄŸustos 1876). Sultan II. Abdülhamid 23 Aralık 1876’da MeÅŸrutiyet’i ilan etti. Ancak kısa süre sonra baÅŸlayan Türk-Rus Savaşı (27 Nisan 1877) İstanbul’u paniÄŸe boÄŸdu. Bu savaÅŸta Rumeli cephesine yakınlığı nedeniyle İstanbul savaşın birçok acısını yaÅŸadı. Kentin içinden batıya asker sevki, öte yandan cepheden gelen hastalar ve yaralılarla savaÅŸtan kaçan Rumelili muhacirler kentte birçok sıkıntıya yol açtı. Bu muhacirler sefalet içinde cami ve medreselerde ve boÅŸ alanları saran tahta ve teneke barakalarda yaÅŸamaya çalışıyorlardı. Bütün bu yaÅŸananlar nedeniyle, bu savaÅŸ halk arasında “Doksanüç Harbi Faciası” diye anılır. 13 Åžubat 1878’de Sultan Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapattı. 3 Mart 1878’de Rus ordularının YeÅŸilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesi üzerine Ayastefanos antlaÅŸması imzalandı; uzun bir barış dönemi baÅŸladı.
1881’de Devlet’i Osmani’nin ödenmeyen borçları için Duyun-u Umumiye kuruldu. Devletin birçok vergilerine el konulmasına raÄŸmen yine de İstanbul’un imarı için bu dönemde önemli adımlar atıldı. Bunlar arasında yangın alanlarının ıslahı ve yerleÅŸime açılması, Terkos su ÅŸebekesi, Hamidiye suları, havagazı ÅŸebekesinin geniÅŸletilmesi sayılabilir.
Bu dönemde İstanbul büyük bir deprem felaketi de yaÅŸadı. Halk arasında “Üçyüzon Depremi” denen 1894 depreminde Suriçi çok zarar gördü. Ama büyük süratle yapım onarım çalışmalarına giriÅŸildi. Bu dönem İstanbul’unda yaÅŸanan diÄŸer önemli olaylar arasında 1895, 1896’daki huzursuzlukları ve 1905 ile 1906’da teÅŸebbüs edilen iki suikasti de zikredebiliriz. Birincisi baÅŸarısız olarak padiÅŸaha yapıldı; diÄŸerinde Åžehremini Rıdvan PaÅŸa hayatını kaybetti. DiÄŸer önemli hadiseler olarak da bir dizi resmi ziyaret sayılabilir. Bunlar arasında İran Åžahı Nasıreddin ve oÄŸlu, eski ABD BaÅŸkanı General Grant ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ziyaretleri zikre deÄŸer. II. Wilhelm gezisinin anısına İstanbul’daki ünlü Alman ÇeÅŸmesi’nini yaptırtmıştır.
Sultan II. Abdülhamid eÄŸitim konusuyla da ilgilenmiÅŸ; birçok okul açtırmıştır. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanayi-i Nefise mektebi (Güzel Sanatlar Okulu), Hendese-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye-i Åžahane, Darülmuallimin-i Aliyye, Mekteb-i Fünun-u Maliye, Eczacı Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi, Hamidiye Baytar Mektebi, Orman ve Maden Mektebi, Ticaret-i Bahriye Mektebi, Dilsiz ve Ama Mektebi, Kız ve Erkek Sanayi Mektepleri, Darülfünun (Üniversite), rüÅŸdiyeler (lise) ve idadiler (ortaokullar) açmıştır. Bundan esinlenerek açılan Darülfeyz, Burhan-i Terakki, Numune-i İrfan gibi özel okulların sayısı 1900’de 30’u bulmuÅŸtur.
Bunların yanı sıra Müze-i Humayun (bugünkü Arkeoloji Müzesi), Beyazıt Umumi Kütüphanesi, Yıldız ArÅŸiv ve Kütüphanesi, Hazine-i Evrak (baÅŸbakanlık arÅŸivi) gibi deÄŸerli kültür müesseseleri de o yıllarda kurulmuÅŸtur. HaydarpaÅŸa Tıbbiye Mektebi, ÅžiÅŸli Etfal Hastenesi ve Darülaceze o dönem açılıp bugüne kalmış kurumlardandır. Yine, kendi fotoÄŸrafının çekilmesinden hoÅŸlanmayan Sultan II. Abdülhamid, bu dönemde İstanbul’un ve imparatorluÄŸun fotoÄŸraf albümlerini hazırlatmıştır.
Sultan II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. MeÅŸrutiyet’i ilan etti ve 31 Mart Vakası’ının ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderildi. Yerine Sultan V. Mehmet ReÅŸad tahta geçti (27 Nisan 1909). İstanbul’un bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’e dek savaÅŸlar ve karışıklıklar içinde geçti. Sultan V. Mehmet’in tahta çıkışına vesile olan 31 Mart Vakası’ndan sonra İstanbullular artık meydanlardaki daraÄŸaçlarında sallanan insan görüntüleriyle sık sık karşılaşır oldular.
19 Ocak 1910’da ÇıraÄŸan Sarayı yandı. Bu bir seri kötü olayın ilki oldu. 9 Haziran 1910’da Gazeteci Ahmed Samim Bey suikastla öldürüldü. 6 Åžubat 1911’de Babıali’de yangın çıktı. 18 Ekim 1912’de Balkan SavaÅŸ’ı baÅŸladı. İstanbul 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere daha karşılaÅŸtı. 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını oldu. Kıbrıslı Kâmil PaÅŸa hükümeti silah tehdidi altında istifa etti. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Åževket PaÅŸa suikasta kurban gitti. Her tarafı saran rüÅŸvet, ahlaksızlık ve hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya baÅŸladı. RüÅŸvet ve hırsızlık meblaÄŸları onbinlerce altını buluyordu. Bu olan bitene Sultan V. Mehmet ReÅŸat çok fazla müdahale edememiÅŸtir. Onun döneminin gerçek hakimi ise, yönetimdeki İttihat ve Terakki partisi olmuÅŸtur.
14 Kasım 1914’te I. Dünya Savaşı baÅŸladı. Savaşın getirdiÄŸi kıtlık ve sefaletle savaÅŸmak için resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve karaborsaya engel olunamadı. Kısa sürede paralarını BeyoÄŸlu’nun balozlarında, müzikhollerinde ve restoranlarında su gibi harcayan bir savaÅŸ zenginleri sınıfı oluÅŸmuÅŸtu. Açlık ve sefalet, yıkık dökük mahalleler ve zengin ışıltılı konaklar, dilenen sakat kalmış savaÅŸ gazileri ile kantocuların, ÅŸarkıcıların, yabancı artistlerin ayağına dökülen paralar, bu dönem İstanbul’unun tipik ve acı görüntüleri olmuÅŸtur.
İşgal ve Mütareke Yılları
I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti birçok cephede zafer kazanmasına raÄŸmen müttefikleri nedeniyle maÄŸlup oldu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’ne ait 55 parçalık donanma 13 Kasım 1918’de HaydarpaÅŸa açıklarına demirledi ve böylece İstanbul’un iÅŸgali baÅŸladı. Ama Londra Konferansı’nda kararlaÅŸtırılıncaya kadar, kıyıya asker çıkarılacak ÅŸehir topyekün iÅŸgal edilmedi.
PadiÅŸah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de yeniden toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul etti. 4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un iÅŸgali kararlaÅŸtırıldı. 14 Mart’ta telgrafhane iÅŸgal edildi. 15 Mart gecesi ise topyekün iÅŸgal hareketi baÅŸladı. Karaya çok sayıda asker çıkarılarak ÅŸehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya baÅŸlandı. Sabah erken saatlerde bir İngiliz birliÄŸi Åžehzadebaşı’ndaki karargahı basarak askerlerin üzerine yaylım ateÅŸi açtı. ÖÄŸlene doÄŸru ÅŸehir tamamen iÅŸgal edilmiÅŸti. ÖÄŸleden sonra ise İngilizler Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Ama Meclis-i Mebusan PadiÅŸah tarafından feshedilinceye kadar varlığını muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı ve 150 kadar siyası ÅŸahsiyet Malta’ya sürgün edildi.
İşgal ve mütareke yıllarında İstanbul pek aÅŸina olmadığı büyük gösterilere ÅŸahit oldu. 19 Mayıs 1919’da ilk kez kadın hatiplerin de konuÅŸma yaptığı Fatih Mitingi yapıldı. Mitinge 50 binden fazla insan katıldı. Meclis-i Mebusan’ın açılışını izleyen günlerde ise Sultanahmet Meydanı’nda 150 bin kiÅŸinin katıldığı baÅŸka bir miting daha yapıldı. 10 Nisan-29 Temmuz 1922 tarihleri arasında da Darülfünun öÄŸrenci ve öÄŸretim üyeleri dersleri boykot ettiler.
Bu dönemdeki bir baÅŸka önemli geliÅŸme de İstanbul’da bazı gizli örgütlerin kurularak bağımsızlık için faaliyette bulunmalarıdır. Karakol Cemiyeti, Mim Grubu ve Müdafa-i Milliye teÅŸkilatı o dönem İstanbul’undaki en önemli gizli örgütlerdi. Bunlar gösteriler düzenlemek, Anadolu’da baÅŸlayan bağımsızlık hareketine silah, asker ve cephane sevk etmek ve istihbarat yapmak gibi faaliyetlerde bulundular.
Bu yıllarda İstanbul çok hareketli bir nüfus yapısına sahiptir. Bir taraftan insanlar İstanbul’u terk ederek iÅŸgal altında bulunmayan Anadolu ÅŸehirlerine göç ederken, diÄŸer taraftan da çok sayıda insan İstanbul’a sığınıyordu. İstanbul’a göç edenler arasında, İstanbul ve halkını en çok etkileyenler, BolÅŸevik İhtilali’nden kaçan Rus göçmenleri oldu. Bunların toplam sayısı 200 bin civarındaydı.
Rus kadınlarının kılık kıyafetleri İstanbul kadınlarınca benimsendi ve moda haline geldi. İlk kez bu dönemde İstanbullular Ruslardan etkilenerek denize girmeye baÅŸladılar. İstanbul’un gece hayatı da iÅŸgale raÄŸmen canlandı. Kafekonserler, tiyatro kumpanyanları ve sinemalar bu dönemde yoÄŸun ilgi çekiyordu. Barlar ve pastaneler bu dönemde meyhane ve muhallebiciye alternatif olarak kent hayatına girdi. Tüm bunlar ahlaki bir çözülmeyi de beraberinde getirdi. Bu eÄŸlence yerlerinde çalışan Rus kadınları arasında fuhuÅŸ çok yaygınlaÅŸtı.
Bu dönem için bir diÄŸer önemli geliÅŸme de iÅŸçi hareketlerinde ve sosyalist faaliyetlerdeki canlanmadır. Bu dönemde birçok sosyalist ve iÅŸçi kuruluÅŸu ortaya çıktı. Grevler ve diÄŸer iÅŸçi eylemlerinde de büyük artışlar oldu. İlk kez bu dönemde 1 Mayıs İstanbul’da düzenli olarak kutlanmaya baÅŸlandı.
9 Ekim 1920’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu olay İstanbul’un kurtuluÅŸ sürecini baÅŸlattı. 11 Ekim’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile İşgalcilerin aÅŸamalı olarak Trakya’yı boÅŸaltması kabul edildi. Ankara’daki TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın ilgasına karar verdi. Böylece İstanbul Ekim 1923’e kadar hukuki baÅŸkent olma özelliÄŸini sürdürmesine raÄŸmen, fiili olarak baÅŸkent olmaktan çıktı. 16 Kasım’da son Osmanlı PadiÅŸahı Sultan Vahideddin İstanbul’dan ayrıldı. 4 Kasım 1923’te ise iÅŸgal kuvvetleri İstanbul’u tamamen terk etti. Böylece Latin iÅŸgalinden sonraki Avrupalıların İstanbul’u ikinci iÅŸgali de sona erdi.
OSMANLI PADİŞAHLARI
Osman Gazi 1299-1326
Sultan Orhan Gazi 1326-1359
Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389
Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403
Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421
Sultan Murad II 1421-1451
Fatih Sultan Mehmed 1451-1481
Sultan Bayezid II 1481-1512
Yavuz Sultan Selim 1512-1520
Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566
Sultan Selim II 1566-1574
Sultan Murad III 1574-1595
Sultan Mehmed III 1595-1603
Sultan Ahmed I 1603-1617
Sultan Mustafa I 1617-1623
Sultan Osman II 1617-1622
Sultan Murad IV 1623-1640
Sultan İbrahim I 1640-1648
Sultan Mehmed IV 1648-1687
Sultan Süleyman II 1687-1691
Sultan Ahmed II 1691-1695
Sultan Mustafa II 1695-1703
Sultan Ahmed 1703-1730
Sultan Mahmud I 1730-1754
Sultan Osman III 1754-1757
Sultan Mustafa III 1757-1774
Sultan Abdülhamid 1774-1789
Sultan Selim III 1789-1807
Sultan Mustafa IV 1807-1808
Sultan Mahmud II 1808-1839
Sultan Abdülmecid 1839-1861
Sultan Abdülaziz 1861-1876
Sultan Murad V 1876-1876
Sultan Abdülhamid II 1876-1909
Sultan Mehmed ReÅŸad 1909-1918
Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922
Dersaadet ve üç İSTANBUL
Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir. Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluÅŸan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmiÅŸtir.
Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi deÄŸil, bunun yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı ÅŸehir içerisindeki birbirinden farklı, fakat bir arada ahenkli bir bütün oluÅŸturan dört ayrı dünyayı teÅŸkil etmiÅŸtir. Bu dörtlü yapı aynı zamanda İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleÅŸtiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir.
SURİÇİ
İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doÄŸuda BoÄŸaz, güneyde Marmara ile sınırlanır. Tek kara baÄŸlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ile sur yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır.
Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inÅŸa ettirdiÄŸi ve Fatih Sultan Mehmet’in fethettiÄŸi asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiÅŸ; böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20.yy baÅŸlarına dek aynı ÅŸekilde varlığını sürdürmüÅŸtür. Suriçi’nin belki de bu özelliÄŸi nedeniyle, Osmanlı PadiÅŸahları Suriçi’nde oturdukça devletin baÅŸarıları devam etmiÅŸtir.
Topkapı Sarayı incelendiÄŸinde aslında klasik anlamda bir saray deÄŸil, adeta bir “otaÄŸ” olduÄŸu, her an harekete hazır bir ordunun ordugahına benzediÄŸi görülür. Öte yandan, devletin merkez bürokrasisinin oturduÄŸu Babıali de Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve karışıklıkların yaÅŸandığı, önemli siyasi olayların vuku bulduÄŸu bir mekan olmuÅŸtur. 19.yy.dan baÅŸlayarak basının da merkezi haline gelen Babıali birçok Osmanlı aydını da yetiÅŸtirmiÅŸ, ünlü Meserret Pastanesi’nde nice heyecanlı tartışmalar yaÅŸanmıştır.
19.yy ortalarında Osmanlı PadiÅŸahları saraylarını Suriçi’nden BoÄŸaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıali Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaÅŸlılığını her zaman üzerinde taşımıştır.
Osmanlı döneminde Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi’ne, Batılı Hristiyanlar pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluÄŸun yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluÅŸmuÅŸtur. Balat’ın Yahudileri de buna dahil edilmelidir ÅŸüphesiz.
FethedildiÄŸi dönemde nüfusu 50 bine düÅŸmüÅŸ ve eski ihtiÅŸamını kaybetmiÅŸ bir yer olan Suriçi, Osmanlı’nın gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16.yy’da nüfusu 500 bini aÅŸmıştır. Bunun yanı sıra; padiÅŸahlar, saray halkı ve diÄŸer kiÅŸiler Suriçi’ni birçok mimari ÅŸaheserlerle süslemeye gayret etmiÅŸler; ÅŸehre İslami özelliÄŸini veren tipik camili siluetini oluÅŸturmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Birçok cami, han, hamam, hayır ve eÄŸitim kurumları inÅŸa edilmiÅŸtir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine Süleymaniye Medresesi’nde yer alan MeÅŸihat de Suriçi’nin dini bir merkez olma özelliÄŸini tamamlar.
Gözümüzü Suriçi’ni süsleyen taÅŸ ve mermerden yapılma anıt eserlerden biraz da halkın oturduÄŸu mahallelere çevirelim. Dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahÅŸap evler Suriçi’nin tipik mahalle görüntüleridir. Åžair Mehmet Akif’in tabiriyle “Ayakta durmaya el birliÄŸiyle gayret eden, lisan-i hal ile amma rukuya niyet eden” bu ahÅŸap evlerden oluÅŸan mahalleler, yüzyıllarca hep ciddi bir tehlikeyi de yaÅŸayagelmiÅŸlerdir. Yangın Suriçi’nin sık sık karşılaÅŸtığı bir felakettir.
Çıkan yangınlar hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından, koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle bir çok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiÄŸi Cibali’den baÅŸlar, rüzgarın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde, ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi. Yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı: Tulumbacılar… Su fışkırttıkları tulumbalarını sırtlarında taşıyarak koÅŸar adım yangın yerine gelen tulumbacılar, Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluÅŸturmuÅŸtur. Tulumbacı gençlerin söylediÄŸi maniler, tulumbacılara aşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıdır.
Suriçi’nin baÅŸka bir folklorik öÄŸesi ise de kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama döneminde ÅŸehirdeki asayiÅŸ çeÅŸitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri takımı deÄŸildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu kabadayı sürülerini zaman zaman meÅŸihattan gelen ulemanın yönettiÄŸi ve aralarına karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüÅŸtür.
Suriçi canlı bir ticari merkezdir de… Ticaretin merkezi Suriçi’nin çeÅŸitli merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber yükselmiÅŸ; çöküÅŸ zamanı ise üstünlüÄŸü Galata’ya kaptırmıştır. Parlak dönemlerinde Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu ünvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliÄŸini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır iÅŸlerine ayırması gerekirdi.
Evet… Anıt eserleri, sarayı, Babıalisi, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalıçarşısı ve diÄŸer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlı’yla büyüdü, önem kazandı. Osmanlı çökmeye yüz tutunca, oda önemini kaybetti. Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekan olarak geçmiÅŸe ÅŸahitlik ediyor.
GALATA
Haliç’in kuzey sahilindedir.19. yüzyıla gelinceye kadar Galata Cenevizlilerin yaptırmış olduÄŸu surlar içerisinde kaldı. Bu surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da baÅŸlıyordu. Galata Kulesi surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye kadar iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir. “Galata” ise Rumca “galaktos” (süt) ya da İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi kökenlere dayandırılır.
Galata bir Osmanlı ÅŸehri olan İstanbul’un Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluÅŸundan bu yana da hep Avrupalıdır. DoÄŸulu ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın baÅŸkenti Kostantinapol’ün hemen yanı başında Batılı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu. Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el deÄŸiÅŸtirdi ama hep Latin ve Katolik kaldı. İstanbul’un fethinden sonra da durum pek deÄŸiÅŸmedi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya Rum ve Yahudileri yerleÅŸtirerek Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam baÅŸkentinin yanı başındaki gayrimüslim bir öÄŸedir.
Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” (peran) olması sadece Haliç’in diÄŸer tarafında olmasını ifade etmez. Aynı zamanda kültürel bir diÄŸer tarafta olmayı da ifade eder. Sadece bununla da kalmaz, Galata zaman zaman İstanbul’un düÅŸmanlarının tarafında olmuÅŸtur. Evet, Galata ihanet de eder. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u iÅŸgali sırasında ihanet etmiÅŸtir. Bu iÅŸgalde Galata Latinlere yardım ve yataklık yapmış, netice de İstanbul barbarca yaÄŸmalanıp talan olmuÅŸtur. Bu olay Bizans’ın çöküÅŸünü hazırlamıştır. Osmanlı’ya da sadık kalmaz Galata. Osmanlı’nın çöküÅŸünde önemli rolü bulunan kapitülasyonların yürütülmesinde Galata önemli bir merkezdir. 19. yy’dan itibaren Galatalı bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir borç yükü altına sürüklenecek ve ekonomik olarak yaÄŸmalanacaktır. Yine Galatalı Rum bankerler Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir.
Galata kuruluÅŸundan itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir. Müslüman ahalinin de raÄŸbet ettiÄŸi meyhaneleriyle de gece hayatına merkezlik etmiÅŸtir. Ama Galata en parlak günlerini 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaÅŸayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839 Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar gittikçe güçlenecek, dolayısıyla Galata’da hızla zenginleÅŸecek ve büyüyecektir. 1860’lara gelindiÄŸinde artık Ceneviz surları Galata’ya dar gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve 15.yüzyıldan beri iskan olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduÄŸu yere kadar uzayan günümüzün İstklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De Perası görülmemiÅŸ bir ihtiÅŸama kavuÅŸacaktır. Burada önceleri yabancı ülkelerin elçilik binaları ve kiliseleri vardır. Arkasında büyük malikaneler, lüks apartmanlar, alışveriÅŸ merkezleri, eÄŸlence yerleri ve sanat merkezleri ile bu cadde dolmuÅŸ, kısa zamanda caddenin etrafında da yerleÅŸim baÅŸlamıştır. Levantenlerin Pera olarak isimlendirdikleri Galata’nın bu geniÅŸlemiÅŸ halini halk BeyoÄŸlu olarak anacaktır. Bu yeni semtin kısa sürede altyapı sorunları çözülecektir. Caddeler taÅŸ döÅŸemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik, su ve havagazı ÅŸebekeleri döÅŸenecek, ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en önemlisi dünyanın en eski üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da açılacaktır.
Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans merkezidir. DiÄŸer yandan Galata Limanı Avrupa’nın en iÅŸlek limanlarından biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand Rue De Pera veya Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriÅŸ merkezi haline gelmiÅŸ, sadece Levantenler deÄŸil batılılaÅŸma heveslisi kesimlerde burada satılan Avrupa’dan ithal mallara aşırı raÄŸbet göstermiÅŸtir. BeyoÄŸlu cafeleri, tiyatroları, barları, operaları, kantocuları, Avrupa mutfaklı lokantaları ve pastaneleri ile bir eÄŸlence merkezidir. Galata, Tanzimat döneminden itibaren Pera tarzı yaÅŸamayı devlet politikası haline getirmiÅŸ bulunan Osmanlı’nın batıcı siyasi elitleri için de büyük bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı BeyoÄŸlu’nun Avrupalı mekanlarından ve Levantenlerinden batılı gibi yemeyi, içmeyi, giymeyi, eÄŸlenmeyi, konuÅŸmayı ve kısaca batılı olmayı öÄŸreniyordu.
Galata Avrupa’nın hiçbir kentinde rastlanmayacak kadar kozmopolitti. BaÅŸta Fransızca olmak üzere bütün Avrupa dilleri konuÅŸuluyordu. İtalyanların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Macarların ve Rusların kendi cemaatleri vardı. Sadece mezheplere göre deÄŸil, etnik yapıya göre de her grup kendi ibadethanesine sahipti. Bu nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve sinagoglar yanyana bulunmaktaydı.
Åžüphesiz Galata’da Müslüman unsurlar da yok deÄŸildi. Galata Mevlevihanesi, Arap Cami ve etrafında iskan edilen Endülüs Arapları, Asmalı Mescit, AÄŸa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk anda akla gelenler. Ama bunlar Galata’nın “Gavur” kalmasına engel olmaya kafi gelemediler. Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eÄŸitim kurumunun faaliyet gösterdiÄŸi bir yerdir. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır. Buralara Levantenlerin ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman ailelerde çocuklarının göndermiÅŸtir. Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı aydınlarının bir çoÄŸu bu okullarda yetiÅŸecektir.
Dedik ya hep farklıdır Galata. İstanbul’un diÄŸer kısımlarıyla aynı kaderi bile paylaÅŸmaz. Balkan Savaşı’nın baÅŸlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de siyasi çalkantıların içine yuvarlanırken, Galata tarihinin en parlak dönemlerini yaÅŸayacaktır. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nın savaÅŸ zenginliÄŸi buraya akarken, diÄŸer taraftan Rusya’dan Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle BeyoÄŸlu daha da canlanır. EÄŸlence hayatı gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul iÅŸgal altındayken, burası iÅŸgal kuvvetlerini ağırlayan ve eÄŸlendiren bir mekan olur. Ama savaÅŸ sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Levantenlerin ışıltılı Perası da yavaÅŸ yavaÅŸ çöker.
ÜSKÜDAR
Anadolu yakasında BoÄŸaz’ın giriÅŸindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve PaÅŸalimanı arasında yer alırken; İstanbul’un diÄŸer bütün semtleri gibi günden güne büyümüÅŸtür. Günümüzde doÄŸuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komÅŸudur.
Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a baÄŸlı üçüncü kadılıktır. Sadece coÄŸrafi deÄŸil, kültürel farklılığı da ifade eden bu bölümleme içerisinde Üsküdar, AnadoluluÄŸu ve Anadolu Türk-İslam geleneÄŸini temsil eder. Üsküdar her ÅŸeyden önce coÄŸrafi olarak Anadolu’dur. Anadolu topraklarının BoÄŸaz’ın suları tarafından çizilen sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352 ‘de Orhan Gazi tarafından fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen, Müslüman halk Üsküdar’a yerleÅŸmeye baÅŸlamıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde ise Anadolu’dan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda yaÅŸamış ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduÄŸunu ve bunların az bir kısmı hariç önemli bir bölümünün Anadolu’dan göç ettiÄŸini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi mahallesi olduÄŸunu ve bölgede hiç Frenk yaÅŸamadığını nakleder. Bu demografik yapı Üsküdar’ı kozmopolitlikten uzaklaÅŸtırmış ve hem etnik, hem de kültürel olarak oldukça homojenleÅŸtirmiÅŸtir.
Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un Anadolu ile en küçük baÄŸlantısı olan kısmıdır. 19. yüzyılın sonunda demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi Üsküdar’dır.
Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan ticaretin de baÅŸlangıç noktasıdır. Ticaret kervanlarıyla Ermeni ve İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluÅŸurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir.
Fakat buna raÄŸmen Üsküdar, her zaman mütevazi ve sakindir. GösteriÅŸ ve debdebeden hep uzak kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır. İstanbul’daki en eski ve en büyük Müslüman mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı Üsküdarlıya hem her ÅŸeyin faniliÄŸini anlatır, hem de hayatın güzelliÄŸini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekan olmaktan çok bir park alanı gibidir. Zarif servi aÄŸaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi uyandıran büyük bir park.
Üsküdar sadece hayata veda edenlerin uÄŸurlandığı bir ayrılık mekanı deÄŸildir. Her yıl Hac’ca giden hacı adayları ve padiÅŸahın Mekke ve Medine Åžeriflerine gönderdiÄŸi hediyeleri götüren Surre Alayı da Üsküdar’dan uÄŸurlanırdı. O yüzden alışkındır ayrılıklara… Cenazeleri de hacı adaylarını da törenle uÄŸurlar.
İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar. Hem büyük fethin ilk aÅŸamasıdır bu, hem de habercisi… Bir asır ve bir yıl boyunca ayrı kalır Üsküdar, karşı kıyıdaki parçasından. Ama nihayet 1453’te sevinçle izler fethi, yeniden kavuÅŸmayı…
Artık Marmara’nın serin suları ayrılığın sebebi deÄŸil, ulaÅŸmanın vasıtasıdır. Bu sulardan Üsküdar’a gittiÄŸinizde sizi ilk olarak Kız Kulesi karşılar. Üsküdar’ın sembollerinden ve güzelliklerinden biridir bu zarif kule. Kıyıya vardığınızda ise bir baÅŸka zarif yapı size “hoÅŸ geldiniz” der. Mimar Sinan’ın usta ellerinden Mihrimah Sultan Cami’dir bu. Üzerinde durduÄŸunuz meydana güzellik veren bir diÄŸer unsur olan Sultan III. Ahmet ÇeÅŸmesi de hemen dikkatinizi çekecektir. Üsküdar’ın güzellikleri daha kıyıya varmadan yakalar insanı, kıyıya vardıktan sonra ise çepeçevre kuÅŸatır.
İstanbul’un diÄŸer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok deÄŸiÅŸti. Özellikle 18. yy.’dan sonra kıyıda yapılan sahil saraylardan günümüze bir ÅŸey kalmadı. YeÅŸillikler içindeki tepeleri betonlaÅŸtı. İki katlı, cumbalı evlerin olduÄŸu sokaklardan ise çok azı halen yaÅŸayabiliyor. Ama her ÅŸeye raÄŸmen Üsküdar, o sakin Anadolulu havasını muhafaza edebildi.
EYÜP
İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleÅŸim alanıdır. Haliç’in güney kıyısında, surların dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz. Eba Eyyub El- Ensari’den alır.
Eyüp semtinin geliÅŸimi; fetihten hemen sonra İslam Ordularının 7.yy.’da İstanbul’u kuÅŸatması sırasında ÅŸehid düÅŸen Eyyup El-Ensari Hazretleri’nin mezarının AkÅŸemseddin Hazretleri’nin gördüÄŸü bir rüya ile bulunup, üzerine bir türbe ve yanına bir caminin yapılması ile baÅŸlar. Kanuni döneminde ise Eyüp büyük geliÅŸme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler, sıbyan mektepleri, çeÅŸme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle donatılırken, sahilleri ise yalılar ve köÅŸkler süslemiÅŸtir.
Eyüp El-Ensari’nin türbesi ya da yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp semtinin toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili geleneklerin birçoÄŸu bugünde sürmektedir.
Osmanlı zamanında en dikkat çekici gelenek padiÅŸahların cülus (tahta geçme) merasimlerinden sonra Eyüp Sultan’da kılıç kuÅŸanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padiÅŸaha makamının anlamını hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de eskidir. Zira Bizans döneminde burada bulunan Leon Makelos manastırının baÅŸpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve asilzadelere kılıç kuÅŸatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makama sahipti.
Eyüp Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleÅŸim dokusuna kazandırdığı bir baÅŸka özellik, bu türbede yatan kiÅŸiyi Evliyaullah (Allah Dostu) ve Sahabe bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için Eyüp’te defnedilmek istemesidir. Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet yıllarında halktan kiÅŸilerin yanı sıra, birçok ÅŸöhretli isim de son istirahatgah olarak Eyüp’ü seçmiÅŸlerdir. Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük mezarlıklar kurulmuÅŸtur. Hem bu mezarlara ait mezar taÅŸlarının sanatsal deÄŸerleri, hem de çaÄŸlara tanıklık eden üzerlerindeki kitabeleri nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu mezarlıklardaki servi aÄŸaçları ise adeta ölümle yaÅŸamın içiçeliÄŸini vurgular.
Eski Eyüp bunların yanı sıra bayramlar ve kandillerde dolup taÅŸan Eyüp Sultan Türbesi, yeni evlenenlerin ve sünnetlik çocukların buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeÅŸitli ve lezzetli balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan tepeler üzerindeki güzel manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliÄŸi, İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan mandıraları, kıyı kahvehaneleri ve oyuncakçı dükkanları ile de ünlüydü. Düdüklü testiler, fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eÅŸyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve özellikle “kaynana zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok sevdiÄŸine inanılan Eyüp Sultan Hazretleri’nin manevi rehberliÄŸinde faaliyet gösterirlerdi. 19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileÅŸmeye açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı gecekondulaÅŸma ile bu geleneksel dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır.
Fetih Öncesi Tarih Metinleri
Bazı İslam Yazarlarına Göre
FETİHTEN ÖNCE İSTANBUL
Prof. Dr. Semavi Eyice
(İstanbul AraÅŸtırmaları, Sayı 2, Sayfa: 7. İstanbul BüyükÅŸehir Belediyesi Kültür İşleri Daire BaÅŸkanlığı İstanbul AraÅŸtırmaları Merkezi Yayını.)
İstanbul’da 1996 yılında düzenlenen Habitat II toplantısı çerçevesi içinde iki de büyük kitabın yayınlanması tasarlanmıştı. Bu kitaplardan biri için benden Fetih’ten önceki İstanbul’u gören ve buna dair hatıralarını yazan yabancılar hakkında bir makale hazırlamam istendi. Bu konudaki çalışmam 1995-96 yılları kış aylarında beni meÅŸgul etti. Bütün OrtaçaÄŸ boyunca İstanbul’a deÄŸiÅŸik ülkelerden ve çeÅŸitli sebepler ile gelerek gördüklerini yazanların eserlerinin orijinallerini veya tercümelerini taramak suretiyle yazdığım metin bittiÄŸinde hayli hacimli olduÄŸu anlaşıldı. Bunun üzerine metnin bütünün yayınlanmasından vazgeçilerek sadece bir bölümünün Habitat II kitabında yer alması uygun görüldü. Böylece, ÅŸehrin 1203-1204’te 4. Haçlı Seferine katılan Batı Avrupalı Haçlılar tarafından yazılan üç hatıratı ayırarak baÅŸlıbaşına bir makale halinde teslim ettim1. Metnin bütünün ise ayrıca bir kitap olarak basılması düÅŸünülmüÅŸtü.
Fakat bu tasarı o sırada gerçekleÅŸmedi. Yabancıların OrtaçaÄŸ boyunca gördükleri İstanbul hakkındaki çalışma, kitap biçimini aldığı takdirde, bir makalede göz yumulabilecek bazı eksikliklerin tamamlanması gerekiyordu. Bunlar arasında İstanbul’da elde edilmesi imkansız bazı yayınların da görülmeleri ve hazırladığımız metinde kısaca bahisleri geçen bu seyyahların da yazdıklarının boÅŸluklara yerleÅŸtirilmeleri, bir hayli dipnotlar ile açıklamalar yapılması ve imkan ölçüsünde eski minyatürlerin ve desenler, hatta adları geçen eski eserlerin sonraki resimleri ile canlandırılmaları faydalı olacaktı. Bu programa göre, evvelce hazırladığım metnin yeniden ele alınmasının doÄŸru olacağını düÅŸündüm; ve kitabın baskı için teslimini, çok uzamayacağını umduÄŸum bir geleceÄŸe bıraktım. Burada, İstanbul AraÅŸtırmaları’nda sunduÄŸum, “Bazı İslam Yazarlarına Göre Fetihten Önceki İstanbul”, iÅŸte bu daha geniÅŸ ölçüdeki çalışmaların küçük bir bölümüdür. Burada X-XV. Yüzyılları arasında geldikleri İstanbul’da gördüklerine ve baÅŸka görenlerden derledikleri bilgilere dair yazdıkları, bir fikir verecek surette özetlenmiÅŸtir. Takdim edilen parçaların, esas metinlerinden çevrilmeleri daha doÄŸru olurdu. Fakat bu dilleri bilmediÄŸimizden ve amacımız da bir tenkitli metin (edition critique) hazırlamak olmadığından, bu yazarların eserlerinin Batı dillerinde tercümelerinden faydalanmağı yeterli gördük. Kullandığımız baskı ve tercümeler dipnotlarda belirtilmiÅŸtir. Ayrıca Bizans çağındaki İstanbul’a dair bilgi veren bu yazarların gördükleri ve anlattıkları eserlere dair de kısa açıklamalar yapmakla beraber, makalemizin ölçülerini çok geniÅŸleteceÄŸi için bu hususta bibliyografya referansları vermekten kaçındık.
Eski seyyahların yazdıklarına baÅŸvurulduÄŸunda akla takılan bir soru vardır: Acaba bu seyyahlar anlattıkları yerleri gerçekten görmüÅŸler midir? Arap seyyah ve coÄŸrafyacıları için olduÄŸu kadar, daha sonrakiler için de bu soru sorulabilir. Hatta aynı ÅŸüphe Batılı bazı seyahatname yazarları için de geçerlidir. Biz burada bu konu üzerinde durmaksızın ve bu soruyu aydınlatmaya çalışmadan sadece birkaç İslam yazarının eserlerinden derlenen bilgileri takdim edeceÄŸiz.
--------------------------------------------------------------------------------
Başlıca Yazarlar
Harun İbn Yahya (IX. Yüzyıl sonu veya 912-913)
Bizans dönemindeki İstanbul’u gören ve anlatan Arapların ilki IX. Yüzyılda Harun İbn Yahya’dır. Bu ÅŸehire esir olarak gelen Harun’un hatıraları Ahmed İbn Rüsteh’in coÄŸrafya hakkındaki Kitabü’l-Alak al-Nâfisa baÅŸlıklı eserinde yer almıştır. Åžimdi İsrail sınırları içinde olan AÅŸkelon (Askalon) limanından bindirildiÄŸi gemi ile Antalya’ya gelmiÅŸ, buradan da “daÄŸlar, vadiler ve ekili topraklar” arasından geçerek üç günde “çok büyük ve çok kalabalık” Nikiya adlı ÅŸehre ulaÅŸmıştır.
Bazılarına göre burası Konya (İkonion), baÅŸkalarına göre ise İznik (Nikaia)’dır. Fakat buradan sonra yine at üstünde Harun üç günde düz bir arazide kurulu Sankarah’a vardığına göre Nikiya, İznik olamaz. Buradan da yaya olarak iki günde deniz kıyısına varmış ve yelkenli gemi bir günde onu İstanbul’a getirmiÅŸtir.
Bazı araÅŸtırmacılar Harun’un İmparator I. Basileios (867-886) yıllarında, diÄŸer araÅŸtırmacılar ise İmparator Alexandıros’un (912-913) kısa saltanatı sırasında 912-913 kışında Bizans’ın baÅŸkentinde olduÄŸunu ve buradan 913 yılı ilkbaharında ayrılmış olacağını ileri sürerler.
Harun, buraya esir olarak getirilmiÅŸ olmasına raÄŸmen serbestçe dolaÅŸma imkanını elde etmiÅŸti. Bu serbestliÄŸi aslında Hristiyan olduÄŸundan veya esir düÅŸtükten sonra inanç deÄŸiÅŸtirdiÄŸi için elde ettiÄŸi sanılır.
Arap esirinin tahminine göre büyük bir ÅŸehir olan Konstantıniye doÄŸudan denizle çevrilidir. Batı’da ise boÅŸ bir ova uzanır. Etrafını çeviren surların, Roma’ya giden yola açılan kapısı altındır. Bu kapıya onun için Altın Kapı denilir. Üstünde dört fil ile onların dizginlerini tutan ayakta bir kiÅŸinin heykelleri vardır. Kanatları demirden olan ve Bigas denilen bir baÅŸka kapı daha vardır ki İmparator gezintiye çıktığında burayı kullanır. Bu Pighi Kapısı olmalıdır (Silivri Kapısı).
Harun buradan sonra ÅŸehrin ortasında, kilise ile sarayın komÅŸusu olan Hipodrom’u anlatır. “Burada tunçtan atları, insanları, vahÅŸi hayvanları, aslanları... tasvir eden heykeller vardır.” Arap esir, ayrıca bu meydanın batı tarafındaki kapılardan çıkarılan herbiri dörder at koÅŸulu sim iÅŸlemeli giyimli çifter yarışçının kullandığı atın yaldızlı iki arabanın ortadaki heykellerin etrafında üç defa dolanarak yarıştıklarını anlatır.
“Büyük sarayın bütününün etrafı duvarla çevrilidir. Bir kenarı kıyıdadır. Bu duvarın demir kanatlı üç kapısı vardır” dedikten sonra Harun bu giriÅŸlerin adlarını vererek iç döÅŸemelerini, burada bekleyen, aralarında Hazarların da bulunduÄŸu silahlı muhafızlardan bahseder. GiriÅŸin yanında İmparatorluk kilisesi vardır. Onun da yanında Müslümanlar’a mahsus dört zindanın giriÅŸleri görülür. Harun, İmparator’a mahsus loca olan kathisma’yı el-maksura olarak belirterek, buranın inciler ve yakutlarla bezenmiÅŸ (!) olduÄŸunu, hükümdarın burada yaslandığı yastıkların da aynen böyle deÄŸerli taÅŸlarla süslü olduklarına da iÅŸaret eder.
Harun’un anlattıklarına göre, sarayın giriÅŸindeki kilisenin yanındaki avluda bir sarnıç vardır. Yortu günleri bu sarnıca on bin testi ÅŸarap ile bin testi süzme bal doldurulup, bir deve yükü kadar eÅŸit ölçülerde konulur ve İmparator’un peÅŸindekiler, üstteki heykellerin ağız ve kulaklarından akıtılan bu ÅŸarabı içerlerdi.
Harun, yeÅŸil mermer döÅŸeli, duvarları mozaikler ile bezenmiÅŸ, her bir kenarı dört yüz adım ölçüsünde büyük bir ÅŸeref avlusundan geçilerek girilen iki yüz adım uzunluk ve elli adım geniÅŸliÄŸindeki ÅŸölen salonundaki üç masadan ortadaki altından olup, İmparator’a mahsustur. Müslümanlara burada ziyafet verilir. Ziyafet sırasında buraya getirilen el-urkana yani org ve bunun çalışması hakkında Harun ayrıntılı bilgi verir. Bu türden ziyafet, 6 Ocak’taki Epiphaneia yortusuna kadar geçen on iki gün süren bayram boyunca yapılırdı. Yine Harun’un bildirdiÄŸine göre bu bayramın sonunda İmparator salondan ayrılırken her Müslüman esire iki dinar ve üç dirhem verir.
Arap esir, İstanbul hatıralarının arkasından çok ayrıntılı olarak İmparator’un Ayasofya’yı ziyaret törenini anlatır. Burada dikkate deÄŸer bir husus, tören alaylarında ellerinde mızrak ve altın yaldızlı kalkanlar olan, dilimli zırhlarla giyimli çok sayıda Türk ve Hazar gencinin de bulunmasıdır. Bu tören ile ilgili olarak Harun’un iÅŸaret ettiÄŸi baÅŸka dikkate deÄŸer husus, iyi yetiÅŸtirilmiÅŸ ve deÄŸerli taÅŸlarla bezenmiÅŸ koÅŸumları olan üç boz atın Ayasofya’ya sokulmasıdır. Burada duvarlara asılı dizginleri eÄŸer at aÄŸzına alırsa, orada hazır olanlar, “İslam ülkesinde bir zafer kazandık” diye haykırırlar. Fakat bazen at yaklaşır, dizgini koklar ve geri çekilir!.
Harun ÅŸehrin tarihi topografyası bakımından faydalı olabilecek birkaç bilgi verir. Bunlardan birincisi kilisenin yakınında kare biçimli mermer bir kaide üzerinde olan bir mezar ve onun da üstünde olan kilisenin kurucusu İmparator’un tunçtan atlı heykeli vardır. İmparator’un başında inciler ve yakutlarla süslü altın taç bulunmaktadır. SaÄŸ eli ise insanları İstanbul’a çağırır gibi kalkıktır. Böylece Arap esirin, XV. Yüzyıl sonlarına kadar yerinde duran ve imparator İustinianus anıtı denilen, fakat gerçekte Theodosius’u tasvir ettiÄŸi P. W. Lehmann tarafından belirtilen atlı heykeli görmüÅŸ olduÄŸu anlaşılıyor.
Harun, Ayasofya’nın batı kapısı yanındaki horoglion’u da görmüÅŸtür. Bunun üstündeki yirmidört kapının herbiri günün bir saatini karşılar. Harun, sarayın kapısı yanındaki tunç üç at heykelinden bahseder. Bir tılsım olduÄŸu söylenen bu atlar, (gerçekte dört tane) evvelce Hipodrom’da iken sonra Ayasofya yanına taşınmış ve 1204’te Haçlılar tarafından ÅŸehrin iÅŸgali ve yaÄŸmasında Venedik’e götürülmüÅŸtür. Bugün San Marco kilisesinin cephe saçağındadırlar.
Harun, yirmi günlük uzaklıktan, Bulgaristan denilen ülkeden getirilen suyun ÅŸehir içinde bir su kemerinden geçerek bir kolunun saraya ikinci kolunun müslümanların zindanına, üçüncü kolunun patris’lerin hamamına doÄŸru aktığını ve ÅŸehir halkının hafifçe tuzlu olan bu suyu içtiÄŸini haber verir. Esir, ÅŸehir kapılarından birinin yakınında Satra adında beÅŸ yüz kiÅŸiyi barındıran bir manastırın adını verir. Bunun, Altın Kapı’nın hemen iç tarafında Yedikule’de olan ve kilisesi Fetih’ten sonra İmrahor İlyas Bey Camii’ne dönüÅŸen, 461’de kurulmuÅŸ çok büyük Studios manastırı olduÄŸu tahmin edilir. Åžehrin dışında ve uzağında olan diÄŸer manastırların hangileri olduÄŸunu teÅŸhis etmek mümkün olmamaktadır.2
--------------------------------------------------------------------------------
Mesudi (X. yy)
X. yüzyılda yaÅŸayan BaÄŸdatlı Ebu’l Hasan b. El-Hüseyin Mesudi, 912’den itibaren o dönemin dünyasının pek çok kısmını dolaÅŸmış, bu arada birçok eser yazmış ve 956’ya doÄŸru Kahire’de ölmüÅŸtür. BaÅŸlığı Altın Çayırlar anlamına gelen ünlü eserinde, Nitas olarak adlandırdığı Karadeniz’den Rum Denizi’ne (Akdeniz) yaklaşı 350 mil uzunluÄŸundaki bir kanaldan (BoÄŸaz) aktığını bildirir. Bu kanalın her iki yakası kıyıları boydan boya konutlarla kaplıdır. Åžehir ise Batı tarafında olup, batı topraklarına aittir. Konstantin, ÅŸehri kurdurarak ona adını vermiÅŸtir. BoÄŸaz giriÅŸlerinde rumlara ait Mosnat (?) adında bir ÅŸehir vardır. Buradan Rus gemilerinin ve baÅŸkalarının akınları kontrol edilir. DaÄŸlar ve beÄŸenilen iyi su pınarları görülür. Hatta bunlardan birine Bizans’ı kuÅŸatmaya geldiÄŸinde müslüman gemileri durduÄŸu için komutan Mesleme b. Abdülmelik’in adı verilmiÅŸtir.
Kanal’ın suları Konstantiniye’yi doÄŸudan ve kuzeyden olmak üzere iki taraftan çevirir. Åžehri Batı tarafı kıtaya baÄŸlıdır. Tunçtan kapılar ile süslü olan Altın Kapı da bu taraftadır. Åžehrin bu yönü birçok kat surlar ve bir hisar ile korunmuÅŸtur. Batı duvarlarının en yüksek kısmı otuz arşın, en alçağı yaklaşık on arşın kadardır.
Kanal boyunca uzanan kıyılar ise aralarında çok sayıda hisar ve burçlar olan yalınkat bir duvarla çevrilmiÅŸtir. Åžehrin gerek deniz gerek kara tarafından pek çok kapıları vardır. Fakat bu bir ÅŸehir olup havası çok deÄŸiÅŸkendir ve iki tarafından denize komÅŸu oluÅŸu yüzünden de sarekli rutubetlidir3.
--------------------------------------------------------------------------------
Hassan Ali el-Herevî (XII. yy.)
XII. yüzyıl içinde Hassan Ali el-Herevî Suriye, Irak, Mezopotamya, İran, Bizans, Yemen, Hicaz, Mısır ve Ege adalarında uzun bir seyahat yaptığında, Byzantion’a uÄŸrayarak burada bir süre kalmıştır. Bu sırada İmparator Manuel Komnenos (1143-1180) hüküm sürmektedir. 1215’te Halep’te ölen bu Arap seyyahı, uzun seyahatlerinde gördüÄŸü yapılar ve anıtlara dair ayrıntılı bilgileri Harikalar Kitabı olarak adlandırdığı bir eserinde vermeÄŸi düÅŸünmüÅŸtü. Fakat bu kitap bugüne kadar ele geçmemiÅŸtir. Buna karşılık bir hac rehberi olan ve günümüze kadar gelen diÄŸer eserinde XII. yüzyıl İstanbul’undan kısaca bahseder:
“Åžehrin surlarının dışında Hz. Muhammed’in yakınlarından Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabri vardır. Abdülmelik’in oÄŸlu Mesleme’nin yaptırdığı büyük cami ise ÅŸehrin içindedir. Burada, Ebu Talib’in oÄŸlu Ali’nin oÄŸlu Hüseyin’in soyundan birinin mezarı görülür. Konstantinopolis’te tunçtan, mermerden heykeller, sütunlar, harikulade tılsımlar, dikilitaÅŸlar ve müslüman ülkelerin hiçbirinde benzerleri olmayan yapılar hayranlık uyandırır. Buradaki büyük kilisenin adı Ayasofya7dır. SöylendiÄŸine göre burayı bir melek bekler, durduÄŸu yer altın bir kafes içine alınmıştır. “Bu husustaki efsaneyi sırası geldiÄŸinde anlatacağım” der el-Herevî. Bu kilisenin mimari düzeninden, planından, yüksekliÄŸinden, kapıları ile uzunluk ve geniÅŸliÄŸinden, sütunlarından da yine ayrıntılı olarak bahsedeceÄŸim. Bu ÅŸehirdeki harikaları birer birer sayacak, bütün saraylarını, Altınkapı’yı, kulelerini, mermerlerini, büyük tunç atlarını, eskiçaÄŸdan kalmış eÅŸsiz ÅŸeyleri ve hipodromdaki heykelleri tasvir edeceÄŸim. Bütün bu ayrıntılar, Tanrı izin verirse Harikalar Kitabı’nad yer lacaktır... Konstantinopolis, ÅŸöhretini çok aÅŸan derecede büyük bir beldedir. Tanrı, lütfu ve inayetiyle onu İslamiyetin merkezi yapsın.”
El-Herevî’nin İstanbul’a dair verdiÄŸi bilgilerin bu kadar olmasına karşılık, İskenderiye’nin ünlü feneri Pharos’tan bahsederken, o sırada görülen kalıntısını küçümser ve “... asıl hayranlık uyandıran sütunların İstanbul’dakiler olduÄŸuna...” iÅŸaret eder. At yarışlarının yapıldığı At Meydanı’ndaki bir anıt, rüzgarın estiÄŸi yöne göre doÄŸuya, batıya, kuzeye veya güneye doÄŸru eÄŸilir. Yine burada içine girilemeyen tunçtan bir anıt vardır. Hastanenin yakınında üçüncü bir anıt daha vardır ki, üstü bütünüyle tunç kaplıdır. Bu Konstantin’in mezarıdır. Üstüne bu hükümdarın atlı heykeli konulmuÅŸtur. Atın ayakları taÅŸa, kurÅŸunla saÄŸlamca baÄŸlanmıştır; yalnız saÄŸ ayağı adım atar gibi kalkmıştır. Kanstantin’in saÄŸ elinin avucu açık olarak göÄŸe uzanmıştır. Böylece İslam ülkesine iÅŸaret eder. Sol elinde ise bir küre tutar. Gemiciler yaklaşık bir günlük yoldan, denizden bu anıtı görebilirler (!).
Bu anıt ile ilgili görüÅŸler deÄŸiÅŸiktir. Bazılarına göre küre, islam ülkelerine hristiyanların girmelerini önleyen bir tılsımdır veya müslümanların hristiyan ülkelerini iÅŸgal etmelerini durdurmaktadır. BaÅŸkalarına göre ise bu kürenin yüzeyinde ÅŸu anlamda bir yazı vardır: “Ben dünyaya sahip oldum ve iÅŸte bu küre gibi onu avucumda tuttum fakat ne var ki beraberimde hiçbir ÅŸey götürmeksizin ondan ayrıldım.”
“İstoborin (yani eis ton phoron) denilen çarşıda mükemmel bir sanatla iÅŸlenmiÅŸ insan kabartmaları ile süslü beyaz mermerden bir anıt daha vardır. Yekpare bir parmaklık ile çevrilidir ve bunun bir tılsım olduÄŸuna inanılır. Bu anatın tepesine çıkıldığında bütün geniÅŸliÄŸi ile ÅŸehre hakim görüntü vardır. Harikalar Kitabı’nda bu anıtın tasvirini yapacak, yüksekliÄŸi ile çevre ölçülerini verecek, tepesine kadar çıkılması gereken basamak sayısını bildireceÄŸim. Åžehir halkının ona ve üzerindeki kabartmalara gösterdikleri saygıdan da bahsedeceÄŸim. Tunç ve mermerden heykellere dair çeÅŸitli söylentilerden, dört yöne dönen tılsımlardan, melek döÅŸemesinden, ‘çımgın’ haç ile ona dair efsaneyi de anlatacağım. Bu haç müslümanların Kıblesi yönüne yerleÅŸtirilmiÅŸtir. Åžehirdeki hastaneleri ve bir meydandaki heykelleri de anlatacağım. Bütün ayrıntılar Harikalar Kitabı’nda yer alacaktır.”
El-Herevî’nin verdiÄŸi bilgilerden bazı cümleler, el-Kazvinî olarak bilinen Zekeriya İbn Muhammed (1203’e doÄŸru-1283)’ın Kozmografya kitabında yer aldığı gibi Yakut’un CoÄŸrafya sözlüÄŸünde de tekrarlanmıştır. Kazvinî, üstünde on iki küçük pencere olan ve her saat başı bunlardan birinin kapağının açılarak bir kuklanın çıktığı bir saatten bahseder. Bu, Ayasofya'’ın narteks kısmı üstünde yükselen horoglion olmalıdır. Yine Kazvinî’ye göre, Büyük Saray’ın giriÅŸine yakın bir yerde tunçtan atlar biçiminde bir tılsım vardır. Bu ÅŸehirdeki atların İmparator’un kapısı önünde gürültü yapmaları veya kiÅŸnemelerini önlemek için Apollonius tarafından yapılmıştır.4
--------------------------------------------------------------------------------
İdrisî (1120-1140 arası)
Arap coÄŸrafya yazarlarından İdrisî olarak tanınan Ebu Abdullah Muhammed b. Muhammed (1100-1165-66) Septe’den (Ceuta) çıkarak, pek çok yeri dolaÅŸmış ve Kitâbü’n-Nüzhetü’l-MüÅŸtâk fî İhtiraki’l Âfâk baÅŸlıklı bir eser bırakmıştır.
1145’ten itibaren Sicilya’da Norman kralı Ruggerio’nun yanında Palermo sarayında yaÅŸayan İdrisî, burada 1154’te biten kitabını yazdı. Çok genç yaşında Anadolu’yu gezen coÄŸrafyacının Konstantinopolis’e uÄŸradığına dair kesin bilgimiz yok ise de, bu ÅŸehir hakkında bazı bilgiler vermektedir. Bunları kendi görüÅŸleri mi olduÄŸu yoksa baÅŸka yazarlardan mı derlediÄŸine dair bir ipucu yoktur.
Trakya’daki kasabalar arasındaki mesafeleri belirten Arap coÄŸrafyacı, Rodostu (Rodosto=TekirdaÄŸ), İraklia (EreÄŸli), Selimiria (Silivri), Bature (Athyra=Büyükçekmece), Reo (Rhegion=Küçükçekmece)’den sonra Konstantıniye’nin kısa tasvirine geçer.
“Üçgen biçiminde bir yarımada üzerinde kurulu olan bu baÅŸkentin iki tarafı deniz olup, kara tarafında olan üçüncü kenarında Altınkapı vardır. Åžehrin toplam uzunluÄŸu 9 mildir. Yirmibir (10.50) yüksekliÄŸinde ve on (5 m) yüksekliÄŸinde bir ön suru olan çok güçlü bir tahkimat ile hem kara hem de deniz tarafından çevrilmiÅŸtir. Dış sur ile deniz arasında yaklaşık 50 (25 m) kadar yüksekliÄŸi olan bir burç bulunur. Åžehrin 100 kadar kapısı vardır. Bunların başında Altınkapı denilen gelir ki, kanatları altın levhalar kaplı demirdendir. Bütün Roma ülkesinde büyüklük bakımından onunla kıyaslanabilecek baÅŸka bir belde bilinmediÄŸini vurgulayan İdrisî, kısaca buradaki İmparator sarayından da bahseder.
“Saray, yüksekliÄŸi, yayıldığı alanın geniÅŸliÄŸi ve içindeki yapıların güzelliÄŸi bakımından ünlüdür. Saraya giderken geçilen Hipodrom (bedrun) ise dünyanın en ÅŸaşırtıcı yarış alanıdır. Yol üstünde, iki tarafta, en usta heykel ustalarını ümitsizliÄŸe düÅŸürecek gerçekçilikle yapılmış insan, at, aslan heykelleri arasından yürüyerek gelinir. Bütün bu heykeller tabii ölçülerden daha büyüktür. Sarayın içinde son derece ilgi çekici pek zok sanat eseri de vardır.5
--------------------------------------------------------------------------------
İbn Batuta (1334)
OrtaçaÄŸ dünyasının belli baÅŸlı ülkelerini dolaÅŸan İbn Batuta XIV. Yüzyılda Umman, Bahreyn’den Suriye’ye geçmiÅŸ, buradan da deniz yoluyla Alaiyye’ye gitmiÅŸtir. Boydan boya Anadolu’yu gezerek, Sinop’dan deniz yoluyla Kırım’a çıkan İbn Batuta, Kıpçak Hanının hamile Bizanslı eÅŸi doÄŸum yapmak üzere İstanbul’a gitmek istediÄŸinde, bu kalabalık heyete katılmıştır. Bu yolculuÄŸun 1334 yılı yazı içinde yapıldığı sanılır. Ancak bu tarihlemede ve İbn Batuta’nın seyahat kronolojisinde aydınlanması gerekli sorunlar vardır. BeÅŸ yüz kadar atlı, iki yüz kadar çoÄŸu Grek asıllı cariye, dört yüz kadar yük arabası, iki bin at, üç yüz kadar araba çekici öküz ve iki yüz deveden meydana gelen çok kalabalık heyette, “Hatun”un yanında onun hizmetinde on tane Grek ve Hindli iç oÄŸlanı bulunuyordu. Bizans sınırında, heyetin bir kısmı burada ayrılır, “hatun”un ibadetlerini yaptığı özel ÅŸapeli burada bırakılır, kendisine sınırı geçtikten sonra ÅŸarap ve domuz eti getirilir. Etrafındakilerden yalnız bir Türk, İbn Batuta ile İslami esaslara göre ibadeti sürdürüyordu. Åžehre girdiklerinde de müslümanlara karşı bir havanın esmesine karşılık, Hatun’un emri ile Bizanslılar daha uyumlu olmaya zorlanmıştır. Nitekim müslümanların namazları ile alay etmeÄŸe yeltenen bir uÅŸak cezalanır. Åžehrin dışında prenses muhteÅŸem bir törenle karşılanır. İçeri girdiklerinde “göÄŸü inleten” çanlar çalınır. Sarayın kapısında yüz kadar muhafız tarafından karşılanırlar. Ancak halkın müslümanları ifade eden “sarakinler, sarakinler” diye haykırışması üzerine onları içeri sokmak istemezler. Bu sırada Bizans tahtinde III. Andronikos Palaiologos (1328-1341) bulunmaktadır. Dört kapıdan geçtikten sonra girdiÄŸi sarayda çok sıkı kontrolden geçirilen İbn Batuta, beÅŸinci kapıdan sonra kolları ve etekleri dört görevli tarafından tutularak, büyük bir salonda imparatorun huzuruna çıkarılır.
Burası büyük bir salon olup, duvarları tabiattan alınmış resimlerle kaplı mozaiklerle bezenmiÅŸtir. Salonun ortasında iki tarafında aÄŸaçlar olan bir akarsu vardır (?). İmparatorun tahtı bu sayebanın altındadır. Önünde Hatun'un annesi imparatoriçe ile kardeÅŸleri durmaktadır. Aralarında geçen görüÅŸmeden sonra İmparator ona ÅŸehri gezmesi için kolaylıklar saÄŸlar.
Åžehir çok büyük olup, med ve cezirin kendisini belli ettiÄŸi bir su ile ikiye ayrılmıştır. Bunun üzerinde evvelce bir taÅŸ köprü varmış, fakat artık yıkılmış olduÄŸundan bir taraftan ötekine kayıklarla geçilir. Absomi denilen suyun bir tarafı Estambul olarak adlandırılır. Hükümdar ile ileri gelenler ve Rum halkı burada yaÅŸarlar. Çarşılar ile sokakları geniÅŸ ve taÅŸ levhalar ile kaldırımlanmıştır. Her meslek ve zenaatkarın ayrı bir yeri olup, burayı baÅŸkaları ile paylaÅŸmazlar. Her çarşının geceleri kapanan kapıları vardır... Åžehrin bu bölümü, denize doÄŸru uzanan bir yüksekliÄŸin eteÄŸindedir. Bu yüksekliÄŸin zirvesinde bir tahkimat ile imparatorun sarayı vardır. Tepenin etrafını çok güçlü bir sur çevirmektedir. Buna deniz tarafından hiç kimse tırmanamaz. İçinde on üç kadar köy vardır ve baÅŸ kilise ÅŸehrin bu bölümünün ortasında bulunmaktadır.
Åžehrin ikinci parçasına ise Galata denir. Burada Frenk Hristiyanlar yaÅŸar. Bunlar çeÅŸitli milletlerdendir. Aralarında Cenevizler, Venedikliler, Roma'dan gelen insanlar ile
Fransa'dan gelenler vardır. Bunlar üzerinde hükümranlık hakkı Konstantıniye imparatoruna aittir. Onun tarafından atanan bir görevli onları idare eder. İmparatora her yıl vergi verirler. Sık sık baÅŸkaldırırlar ve Papa arayı buluncaya kadar savaşırlar. Hepsi ticaretle uÄŸraşırlar ve limanları dünyanın en büyük limanlarıdır. "Burada kalyonlar ve büyük gemilerden yüz kadar olduÄŸunu gördüm. Küçükler o kadar çoktu ki, saymaÄŸa imkan bulamadım. Åžehrin bu tarafındaki çarşılar mükemmel olmakla beraber her taraf pislik içindedir. Çok pis küçük bir akarsu içinden geçer. Buradaki milletlerin kiliseleri de tiksindirici olup, çekici tarafları yoktur."
İbn Batuta, içini göremediÄŸinden Ayasofya'nın sadece dışını tarif edeceÄŸini bildirir. "Rumların bu en büyük kilisesinin" etrafını on üç kapılı bir duvar çevirir. Ayrıca büyük bir giriÅŸi olan avlusu vardır. "Burası bir kabul salonuna benzer" diyen Arap seyyahı, arkasından inanılması zor bazı ÅŸeyler anlatır. Bu mermer döÅŸeli avlunun ortasından, kiliseden çıkan ve bir arşın kadar yükseklikte, hayranlık uyandıran bir sanatla iÅŸlenmiÅŸ, damarlı mermerden iki rıhtım arasından bir dere (!) akar. Bu suyun iki tarafına düzenli biçimde aÄŸaçlar dizilmiÅŸtir. Kilisenin kapısından avlusunun giriÅŸine kadar çok yüksek aÄŸaçlardan bir çatı oluÅŸmuÅŸtur. Bunların üstlerine asmalar sarılmış, diplerinde ise yaseminler ve güzel kokulu çiçekler dikilmiÅŸtir.
İbn Batuta'ya göre avlunun dışında hakimlerin ve katiplerin bulundukları ahÅŸap yapılar ile baharatçılar çarşısı vardır. Kiliseden çıkan akarsu iki kola ayrılarak bunların içinden geçer. Kapının üstünde İsa'nın çakıldığı çarmıha ait olduÄŸu söylenen bir parçanın saklandığı bir sandık vardır. Bunun da içinde altından ikinci bir sandukçe bulunur. Kapının kanatları altın ve gümüÅŸ levhalardan yapılmış olup tokmaklarının her ikisi de som altındır.
Konstantinopolis'te çok sayıda manastır bulunduÄŸunu belirten İbn Batuta, bunlardan birinin imparatorun babası Circis (Georgios?) tarafından yapıldığını ve Estambul dışında olduÄŸunu yazar. Bir bahçe içinde ve ortalarından bir derenin geçtiÄŸi, biri kadınlara diÄŸeri erkeklere mahsus iki manastır daha vardır. Arap seyyahı daha manastırlardan bahsederken ilgi çekici bir görüÅŸ açıklar: "Bu ÅŸehrin halkının büyük çoÄŸunluÄŸunu keÅŸiÅŸler, din adamları ve papazlar teÅŸkil eder."
İbmn Batuta, dolaşırken ÅŸehrin dışında, kıyıdaki manastırı kuran ve tahtından feragat ederek keÅŸiÅŸ olan ÅŸimdiki hükümdarın babası Circis'e rastladığını bildirir. Bizans tarihinde Circis, yani Georgios adında bir imparator yoktur. XIV. yüzyılda, 1334 yılında tahtta bulunan III. Andronikos'un babası deÄŸil dedesi II. Andronikos (1282-1328) iktidardan uzaklaÅŸmış ve Lips manastırını yeniden kurmuÅŸtur. Fakat kilisesi, Vatan caddesi kenarında Fenari İsa (Kilise) Camii olan bu tesis kıyıda ve ÅŸehir dışında deÄŸildir. II. Andronikos keÅŸiÅŸ olduktan sonra 1332'de öldüÄŸüne göre, İbn Batuta gerçekten 1334'te İstanbul'a gelmiÅŸ ise bu husus da tartışılabilir.
Bizanslı prenses, Hatun, geri dönmek istemediÄŸinden Arap seyyah, bir takım hediye ve ihsanlar ile ÅŸehirden ayrılır6.
--------------------------------------------------------------------------------
Hamdullah el-Müstevfi (1340'a doÄŸru)
Arap asıllı bir aileden inen ve Kazvin'de doÄŸarak yine aynı yerde 1340'dan az sonra ölen Hamdullah b. Ebubekr el-Müstevfi, İstanbul'a gelmemiÅŸtir. Kozmografya ile coÄŸrafyaya meraklı bir kiÅŸi olarak derlediÄŸi Nezhetü'l Kulub baÅŸlıklı Farsça eserini 740 (1339-1340) yılında tamamlamıştır. ÇeÅŸitli kaynaklardan toplanan bilgiler ile meydana getirdiÄŸi bu eserinde el-Müstevfi, bu ÅŸehrin Emevi Halifesi Abdülmelik'in oÄŸlu ve sonraki halife Süleyman'ın kardeÅŸi Mesleme ÅŸehri kuÅŸattığında burada binalar yaptırdığını ve bunlardan bazılarının kalıntılarını hala durduÄŸunu bildirir. Arap ordusunun İstanbul'u Mesleme (öl. 120-737-8 veya 123-740-1) idaresinde kuÅŸatması 97-99 (715-717)de olmuÅŸtur. El-Müstevfi, bu binaların mahiyetleri ve nerede oldukları hakkında bilgi vermez.
Kitabın baÅŸka bir yerinde İstanbul'la ilgili daha geniÅŸ açıklamalar yer almıştır: "Frenk diyarının baÅŸ ÅŸehri Byzantion, ÅŸimdi buraya Konstantiniye denilmektedir. Burayı Romalılar'ın Konstantin adındaki ikinci imparatoru kurmuÅŸtur. Bu ÅŸehir İstanbul olarak da tanınır... İbn Hurdatbih'e göre ÅŸehir bir yarımada üstündedir. Üç tarafından, doÄŸu, batı ve güneyde Rum denizi ile çevrilidir. Kuzeyde ise ana topraÄŸa baÄŸlıdır. DoÄŸudan batıya yarımada diÄŸerine kadar altı fersah uzunluÄŸundadır. Åžehrin iki kat sur duvarı vardır. Bunlardan içtekinin yüksekliÄŸi 72, geniÅŸliÄŸi ise 12 arşın olup 1225 kulesi vardır. Bunların herbirinde keÅŸiÅŸler (?) nöbet utar. Dış sur 42 arşın yüksekliÄŸinde ve 8 arşın geniÅŸliÄŸindedir (veya kalınlığındadır). Bu iki duvar arasında ise, karşıdan karşıya 60 arşın geniÅŸliÄŸinde açık bir arazi uzanır.
El-Müstevfi'nin IX.-X. yüzyıl İran yazarlarından İbn Hurdatbih'ten (yaklaşık 890-912) aktardığı bu bilgi, ÅŸehrin sur duvarlarının ne derecede güçlü olduÄŸunu abartılı olarak aksettirir. Kulelerde keÅŸiÅŸlerin nöbet tuttuklarına dair kayıt ise, eÄŸer bir tercüme veya yanlış anlama hatası deÄŸil ise, surların kulelerindeki üst katlarda, bazen keÅŸiÅŸlerin barındıkları ÅŸekilde anlaşılabilir. Nitekim, bazı burçların üst mekanlarının duvarlarında görülen dini fresko resimler bir dereceye kadar bu hususta dayanak sayılabilir.
El-Müstevfi'nin yazdığına göre ÅŸehrin içinde Petros ve Pavlos adlarına bir kilise vardır. Bunun uzunluÄŸu 300 arşın, geniÅŸliÄŸi ise 200 arşındır. YüksekliÄŸi de 100 arşındır. Çatısı pirinç levhalar ile kaplıdır. Bunlar kilisenin içinde ön duvarları da kaplamaktadır (?). Åžehirde Kutsal Ev denilen bir kilise daha vardır. Burada bir sunak masası vardır. Yakınında, zümrüt gibi yeÅŸil taÅŸtan bir taht bulunur. Bu, 24 arşın boyunda ve 6 arşın geniÅŸliÄŸindedir ve mabedin ön duvarına bitiÅŸtirilmiÅŸtir. Aynı duvarda çepeçevre Hazret-i İsa'nın, yanında annesi Meryem'in ve etraflarında 12 havariyi temsil eden tasvirleri vardır. Bütün tasvirler saf altından olup, her biri iki buçuk arşın boyundadır. Gözleri parlayan yakuttandır. Bu kilisenin 28 altın kaplı kapısı vardır. Yaklaşık bin kantar pirinç ve bakır kullanılmış, bunların yanında fildiÅŸi, abanoz sandal ile tik aÄŸacı ve sayısız daha baÅŸka malzemeden faydalanılmıştır. Åžehrin içinde çok sayıda ev, dört binden fazla hamam (!) ve bu sayılara uygun çoklukta kiliseler vardır.
El-Müstevfi'nin bu eski İstanbul anlatımı daha eski yazarlardan derlenmiÅŸ olmakla beraber, ÅŸehir hakkında açık bir bilgi edinmeyi saÄŸlamaz. Bir kilise, herhalde Ayasofya'ya ait satırlar da abartmalı sözlerden ibarettir. Eski bizanslıların göz kamaÅŸtıran ihtiÅŸamını ortaya koymaktan ileri gitmez. Bizim burada aktarmaya çalıştığımız metin, Guy Le Strange'ın çok yıl önce yaptığı İngilizce tercümeye dayanır. Daha açık bilgi edinmek için esas Farsça metinden bu bölümün çevrilmesi gerektiÄŸine de iÅŸaret etmek isteriz7.
--------------------------------------------------------------------------------
Siraceddin Ebu Hafs Ömer İbn el-Verdi (1450'ye doÄŸru)
Siraceddin İbn el-Verdi, anlaşıldığına göre İstanbul'a gelmemiÅŸ, coÄŸrafya ve kozmografya (hey'et ilmi) eserini, daha önceki yazarların kitaplarından derlemek suretiyle XV. yüzyılın ortalarına doÄŸru Fetih yıllarında kaleme almıştır. Haridat al-Acaib ve Faridat al-Garaib adındaki bu kitap F. Taeschner'in bildirdiÄŸine göre bir kaç defa Türkçe'ye çevrilmiÅŸtir. Bunlardan Ali b. Abdurrahman tarafından yapılanı esas metinden farklılıklar göstermesi bakımından daha dikkate deÄŸer. Ali b. Abdurrahman'ın Acaibul'l Mahlukat baÅŸlıklı bu tercümesi, Kazvini'nin aynı adlı eseri ile benzerlik gösterir. Bu tercümenin 1099'da (1687-88) istinsah edilen bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki elyazmalar arasında (nu: 2397) bulunmaktadır. Taeschner tercümenin İstanbul'un fethinden önceki yıllarda hatta Bursa'da yapıldığı görüÅŸündedir.
"Romalılar'ın en ünlü ÅŸehri" olarak takdim ettiÄŸi Konstantıniyye'nin bir üçgen biçiminde olduÄŸunu, bunun iki tarafının deniz, bir tarafının karaya baÄŸlı olduÄŸunu belirttikten sonra, bu tarafta Bab ez Zeheb denilen Altınkapı'nın bulunduÄŸunu bildirir. İbn el-Verdi'ye göre ÅŸehrin çevresindeki surlar dokuz mil uzunluÄŸundadır. Sur duvarları 21 arşın yüksekliÄŸindedir. Ancak bunun önünde on arşın yüksekliÄŸinde bir ön sur uzanır. Bu surların yüzü aÅŸkın kapıları vardır. Bunların en ünlüsü Babu'l Musanemat'tır.
Åžehrin içinde ise dünyanın baÅŸta gelen harikalarından olan Saray vardır. Bunun bitiÅŸiÄŸinde Babidun denilen bir yer vardır. Sonraki tarifinden biz bunun Hipodrom olduÄŸunu sanıyoruz. Büyüksaray'a bir bakıma ön avlu teÅŸkil eden burada, iki sıra halinde benzersiz bir sanatla dökülmüÅŸ olan tunçtan insan, at, fil ve çeÅŸitli yırtıcı hayvan figürleri görülür. Bunlar normal insan ölçülerinden büyüktür.
İbn el-Verdi, bundan sonra gerçek ile ilgisi anlaşılamayan bazı bilgiler verir. Sarayın çevresinde daha böyle ÅŸaşılacak ÅŸeyler olduÄŸunu bildirdikten sonra, ÅŸehrin içinde demir ve kurÅŸun ile güçlendirilmiÅŸ bir anıt bulunduÄŸunu ve manara (yani minare) dediÄŸi bu anıtın, rüzgarın estiÄŸi yöne göre eÄŸildiÄŸini ve halkın bunun kaidesine tuÄŸla parçaları koyarak bunların ezilerek toz haline geldiÄŸini gördüklerini yazar.
El-Verdi'ye göre ÅŸehirde bir anıt daha vardır ki, bu bütünüyle tunçtandır ve tek parçadan yapılmıştır. Åžehrin içindeki bir baÅŸka manara'nın, hastanenin komÅŸusu olduÄŸunu bildiren Arap yazarı, bunun altın gibi sarı renkte tunç kaplı olduÄŸuna da iÅŸaret eder. Bunun üstünde Konstantiniye'yi kuran Constantinus'un mezarı vardır. Mezarın üstünde, Constantinus'u tasvir eden tunç tasvir, at üzerindedir. Atın ayakları kaideye kurÅŸunla saÄŸlamca perçinlenmiÅŸtir. Yalnız, atın ön saÄŸ ayağı boÅŸtadır. İslamların yönüne iÅŸaret eden saÄŸ elinin avucu açıktır. Sol avucunda ise bir küre tutar. Denizden bir günlük, karadan ise yarım günlük yoldan bu anıtı görmek mümkündür. SöylendiÄŸine göre İmparatorun saÄŸ elindeki küre burayı koruyan bir tılsımdır. Kürenin üzerinde Rum yazısı ile "Elimdeki bu küre gibi olduÄŸu süre boyunca bu dünyaya hakim oldum; ancak ÅŸimdi ondan hiçbir ÅŸeye sahip olmaksızın dünyadan ayrıldım" yazmaktadır.
El-Verdi'ye göre, ÅŸehrin içinde bir meydanda bütünüyle beyaz mermerden bir "minare" daha vardır. Bunun gövdesi aÅŸağıdan yukarıya kadar kabartma tasvirler ile kaplıdır. Üstteki korkuluÄŸu ise yekpare tunçtan dökülmüÅŸtür. Bu da bir tılsımdır. Bunun tepesine kadar çıkan kiÅŸi ÅŸehrin bütününü seyredebilir.
İstanbul hakkında kısa tasviri sonunda Arap yazarı bir "gantara"dan bahseder. Onun görüÅŸüne göre dünyanın harikalarından biri olan bu "köprü" o derece uzundur ki, onu mübalaÄŸalar olmaksızın anlatmak mümkün deÄŸildir. "Bu ÅŸehirde daha bir çok tarifi mümkün olmayan harikalar vardır" diyerek el-Verdi bu tasvirini baÄŸlar.8
--------------------------------------------------------------------------------
NOTLAR
1- Haçlı seferi ile gelen batılıların gördükleri İstanbul, Dünya Kenti İstanbul, İstanbul 1996, s. 12-21 (Türkçe ve İngilizce.
2- A. A. Vasiliev, "Haroun-ibn-Yahya and Description of Constantinople", Seminarium Kontakovianum, V. (Prag 1932), s. 154-162; G. Ostrogorsky, Zum Reisebericht des Haroun-ibn-Jahja". Ay. Dergi, V, (1932), s. 254 vd.; M. İzeddin, "Un prisonner Arabe a Byzance au IX e siecle: Haroun-ibn-Yahya," Revue des Etudes Islamiques, 1941-1946 (baskı 1947), s. 41-62. Ayrıca bkz. J.P.A. van de Vrin, Travellers to Greece and Constantinople, İstanbul 1980, II, s. 487-494.
3- Maçoudi-Les Prairies d'Or, (Yay. ve çev. Barbier de Meynard - Pavet de Courteille), Paris 1861, I, s. 261 ve II, s. 311, 317-320.; hayatı hakkında bkz. C. Brockelmann, İslam Ansiklopedisi, VIII, s. 144-145; Van de Vrin, Travellers, II, s. 500.
4- Ch. Schefer, "Indications Sur Les Lieux de Pelerinage Archives de L'orient Latin, I (1881) s. 587-609;A. A. Vasiliev, "Les Voyageurs du Moyen Age a Constantinople", ÅŸu eserde: Melanges Charles Diehl, Paris 1930, I, s. 294 vd.; kısaca hayatı için bkz. C. E. Seybold, İslam Ansiklopedisi, V'2, s. 936-937; Van de vrin, Travellers, II, s. 534-537.
5- İdrisi, Geographie d'Edrisi, (çev. P. A. Jaubert) Paris 1836-1840, II, s. 298-299; tıpkıbasımı Islamic Geography, III, Frankfurt a. M. 1992. Kısaca hayatı hakkında bkz. İbrahim KafesoÄŸlu, İslam Ansiklopedisi, V-2, s. 708-711; ayrıca bk. Van de Vrin, Travellers, II, s. 523-526.
6- Les Voyages d'Ibn Battoutah, (Çev. C. Defremery-B. R. Sanguinetti), Paris 1853-1858, II, s. 412 vd.; tıpkıbasımı Paris 1968; Voyages, (çev. St. Yerasimos), Paris 1982; Ing. The Travels of Ibn Batuta (Çev. H. A. Gibb), London 1958, daha baskıları da var. Van de Vrin, Travellers II, s. 567-573. Çok yıl önce Türkçe tercümesi Mehmed Åžerif PaÅŸa tarafından yapılmış, Seyahatname-i İbn Battuta, İstanbul 1333, fihristi (indeks) ayrıca 1338'de yayınlanmıştır. Bu seyahatnamenin yeni yazı ile basılmış kısaltılmışı da vardır.
7- Zeki Velidi Togan, "Hamdullah Mustevfi", İslam Ansiklopedisi, V'1, s. 186-188; Abdülkerim Özaydın, Hamdullah el-Müstevfi, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XV, s. 454-455; G. Le Strange (çev.), The Geographical Part of Nuzhat al-Qulub (E:J:W: Gibb, Memorial Series, XXIII' 1 ve 2, Leiden-London 1915-1919, s. 247 ve 263; yeni tıpkıbasımı, Frankfurt 1993.
8- El-Verdi'nin eseri Kahire'de 1206'da ve 1324, 1328 yıllarında yayınlanmıştır. İstanbul hakkında anlattıkları için bkz. F. Taeschner, "Der Bericht des arabischen Geographen İbn al-Wardi über Konstantinopel", Beitrage zur historischen Geographie, Kulturgeographie, Etnographie und Kartogeographic vornehmlich des Orients-Festschrift E. Oberhummer, Leipzig-Wien 1929, s. 84 vd.; ay. yazar, "Ein altosmanischer Bericht über das vorosmanische Konstantinopel" Annali del R. Istituto Superiore Orientale di Napoli, yeni dizi I (Roma 1940) s. 181-189. Ayrıca bkz. Van de Vrin, Travellers, II, s.